25 Mayıs 2014 Pazar

Şeker Portakalı





Jose Mauro de Vasconcelos... Onun bu harika kitabını ilkin 7. sınıfta okuduğumu sanıyorum. Gözyaşları içinde, yüreğime Zeze adında bir kuş yerleştirerek kitabı bitirmiştim. o kadar vurucu ve şeker bir kitaptı ki benden yedi ve altı yaş büyük iki ablama da okutmuştum. Zeze'nin küçük dünyasındaki büyük hayalleri, Portuga'ya sevgisi, bir babaya duyduğu ihtiyacı içimi acıtmıştı. Sonrasında lise 1 ve sonda da okudum. Ve göremediğim, çözemediğim duyguları tadına vara vara içime çektim. Sonrasında Delifişek, Güneşi Uyandıralım ve Kayığım Rosinha'da bu harika masalı takip etti. Özellikle Kayığım Rosinha'da insanlığa, normalliğe çığlık çığlığa isyan ettim. Gerçekliğin ne kadar farklı anlamlar taşıyabileceğini ve her zaman beyaz olmadığını öğrendim.



Aradan uzun zaman geçti. Önce Şeker Portakalı'nın filmi çıktı dediler, daha sonra kitabının yasaklandığını haberlerden duydum. Filminin çıktığını duyduğunda sevinen kalbim ve canlanan çocukluğum, kitabın yasaklandığını duyduğunda paramparça oldu.



 Filmini türkçe bulamadım ama olsun. İngilizce ile aram iyi olduğundan bu sorunumu da çok kolay çözdüm. Önce 2012 yapımlı filmi izledim. Tekrar tekrar gözyaşları içinde ağladım ve eski dostuma merhaba dedim. Daha sonra 1970 versiyonunu izledim. 1970 versiyonu kitapla daha uyumluydu ama oyunculuk ve samimiyet açısından iyi değildi. 2012 versiyonu ise kitaptan eksikleri olsa da oyunculuk ve samimiyet açısından idealdi. Filmler bittikten sonra böyle harika bir filmi herkes izlemeli diye düşünerek sizlere bir link hazırladım. Buyurunuz. Emin olun pişman olmayacaksınız. İzleyin ve izletin ölmeden önce...

Link için tıklayınız.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Bir madencinin son anları

Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır diyorlar, ama ben gõzlerimin önündeki sonsuz karanlığa bakarken yalnız olmadığımın farkındaydım. Hatta zorlarsam etrafımı saran kömür karası yüzlerin ardındaki parıltılı korkuyu seçebileceğime inanıyordum. Korku onlarca bedenin arasında leş gibi genzimize dolarken tek bir rüzgar fısıltısının dahi olmadığı bu tünelde tüyleri diken diken eden garip bir ürperti dolaşıyordu. Havasızlığın, adrenalinle artan terin, kömürün ve belli belirsiz duyulan toprak kokusunun yanına adi bir katil misali eklenen yanık kokusu uzayan tünellerin içinden usulca yaklaşıyordu. Karısını, doğmamış çocuğunu yada annesini düşünen var mıdır bilmiyorum ama o an ölümü düşündüğüme emindim. Yaşayacak mıyız ya da kurtulacak mıyız soruları ortamın içler acısı çaresizliğine göre fazla ümitvar kaçıyordu. Ben daha çok içinde ölüm geçen sorularla ilgileniyordum. Ölecek miyiz? Ne zaman öleceğiz? Yanarak mı, karbonmonoksit zehirlenmesinden mi öleceğiz? Belki de birazdan tavan çökecek, ya da yangından kaçarken düşüp can çekişen ayaklar altında ezilmek ile gelecek ecelim. Sessizlik mi daha güvenli yoksa ses mi diye kendime soruyordum. Susup kurtuluşun sesini dinliyorduk. Toprağın kazılma seslerini duymaya, hayat ışığını bir kez daha görmeye çalışıyorduk. Sessizliği arasıra ama gittikçe daha yakından bozan çığlık sesleri bize ölümün de yaklaştığını hatırlatıyordu. Sanki ihtiyacımız varmış gibi! Kalbimin sesi tüm seslerden daha yüksek çıkarken ölümün sesini tanıyabiliyordum. Birazdan kalbim duracak. Daha önce ölümü neredeyse hiç düşünmemiştim. Aklımın bir köşesinde hep altmışlı yaşlarımdan sonra yatağımdayken uykuya dalarcasına bu diyarlardan uzaklaştığım yatardı. Bu kadar çabuk, adice, korkunç ve trajik bir farkındalık sonucu olacağını nereden bilecektim. Aldığım her nefes bir başkasının hayatını kısaltıyordu ama insan öleceğini bilirken bencillikten kurtulamıyor. Ağlayanları duyabiliyordum. Sarsıcı hıçkırıklar değildi bunlar. Daha alçaktı,  bir erkeğin son anlarında gururunun sökülen ufak parçalarıydı. Gittikçe nefes sesleri arttıyordu. Daha derinden, daha yakıcı nefesler aldığımızın farkındaydım. Alamıyorduk ki! Ölümün farkındalığıyla damarlardaki adrenalin hızla yükseliyor, daha derin nefesler almaya zorluyordu. Havasızlık arttıkça ciğerler isyan ediyor nefeslerimizi sıklaştırıyordu. Ölüme ne kadar kaldı? On dakika bu kadar adam için çok az, belki beş dakikamız ya var ya yoktu. Beynimde tik takları tüm dünyamı saran bir saat kumlarını üzerime doğru çökertiyordu. Ölecektim. Son iki dakika. Nefes almayı mı unuttum yoksa? Bir tane daha... kaç tane nefesim kaldı geriye? Boğazım yanıyordu. Gõzlerim yaşlıydı. Acıdan mı korkudan mı? Bir dakika? 10 saniye? Nefes alamıyorum!!! Bana baksanıza! Biri yardım etsin. Görmüyor musunuz? Bir kaç el boğazıma yapışıyor sanki! Kimse öksürüklerimi duymuyor mu? Yoksa onlar öksürüyor da ben mi ölüyorum? Işıkları açın! Kapıları açın! Boğuluyorum! Ben...şimdi...gerçekten...ölecek miyim?! Bu gördüğüm tünelin sonundaki ışık yangın mı ruhumun ahirete sızan kanatlarımı? Ölüyorum! Dinin, felsefenin, siyasetin, eğitimin boğulduğu yerdeyim! Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır diyorlar. Eyvallah arkadaşlar, gölgelerin dahi şerefsiz olduğu bu dünyayı güneş yanığı suratlara bırakıyorum!

Posted via Blogaway


Posted via Blogaway
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...