Top Menu

24 Aralık 2011 Cumartesi

Game of Thrones ( Taht Oyunları )

              




























Arka Kapak

Taht Oyunları 1. Kitap - Buz ve Ateşin Şarkısı (1. ve 2. Kısım Tek Kitapta)

Yazların on yıllar, kışların bir insan ömrü sürebildiği diyarda, dehşetli ve soğuk zamanlar yaklaşmaktadır. Kışyarı'nın kuzeyindeki buzul topraklarda, Yedi Krallık'ı koruyan Sur'un ötesinde tehditkâr doğaüstü güçler toplanmaktadır. Savaşın tam ortasında, doğdukları topraklar kadar sert, boyun eğmez Starklar vardır. Acımasız soğuğun hüküm sürdüğü kuzeyden, uzak güneydeki sıcak zevk yurduna uzanan, leydiler, lordlar, savaşçılar, büyücüler ve katillerle dolu öykü, korkunç kehanetlerin işaret ettiği bir devirde başlamaktadır. Komplo, trajedi, ihanet, zafer ve dehşet dolu olayların ortasında Starklar'ın, dostlarının ve düşmanlarının kaderi bıçak sırtındadır. Hedef, en ölümcül savaş olan taht oyununda muzaffer olmaktır.

George R. R. Martin türünün sınırlarını zorladığı Taht Oyunları ile bir şaheser ortaya koyuyor. Dünyanın dört bir yanındaki fantastik edebiyat okurlarını kesinlikle memnun edecek epik serinin ilk cildi gizem, entrika, aşk ve macera dolu sayfalarıyla büyülüyor.


Kendisinden her zaman en iyi işleri beklediğim George R. R. Martin beni asla şaşırtmıyor.
Robert Jordan


Muhteşem bir öykü, muhteşem bir tarihi fantastik yapıt! Göz kamaştırıcı.
Anne McCaffrey


Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi epik fantastik eser.
Marion Zimmer Bradle


Döneminin başat fantastik kitabı Okumamak mümkün değil.
The Denver Post


George R. R. Martin en iyi bilim kurgu yazarlarımızdan. Taht Oyunları da onun en iyi kitaplarından biri.
Raymond E. Feist


Hem romantik hem gerçekçi.
Chicago Sun-Times


Kitap benim için mutluluk ve yeni bir dünya demek. Taht oyunlarını elime ilk aldığım anda onu çok sevdiğimi biliyordum. İçime doğmuş gibiydi. Fırından yeni çıkmış mis gibi yeni kitap kokusuyla, ağırlığı ve göz alıcı kapak tasarımıyla onun mutlaka benim olması gerektiğini biliyordum. Okudum ve muhteşem bir diyara adımımı attım. Yüzüklerin Efendisi'nden bu yana okuduğum en iyi destansı kitap ve aldığı bütün övgüleri hak ediyor. George R. R. Martin ilk kez okuduğum bir yazar ama kaleminin akıcılığıyla beni anında kendine hayran bıraktı. Zekasının parıltısını gözler önüne serdi. İyi ki varsın kitap, iyi ki doğmuş ve yazar olmuşsun George Martin...
        

26 Kasım 2011 Cumartesi

Undine - Doğa aykırılıkları sevmez, bir peri masalında bile...


 Doğa aykırılıkları sevmez, bir peri masalında bile...Undine bir su perisi... Ya ölümsüz kalacak ya da ölümsüz bir ruha kavuşacak insan bedeninde... Beyaz atlı şövalyesini bekliyor. Ancak aşk, bu peri masalındaki rüyaları gerçekleştirebilir. Ne pahasına olursa olsun... K'nın yeni sayısında Undine'den çok harika bir şekilde bahsediliyor. Mutlaka alın okuyun, içinize işlediğini göreceksiniz. Perilerin ruhu yoktur. Aşık olunca ruh kazanırlar. Undine de yüreğine aşk ateşi düşmüş bir güzel. Sevgilisine söylediği ilk şey " Beni sakın bırakma " olmuş. Çünkü ruhunu kaybediyormuş ayrılan periler. Ve öldürüyorlarmış onları ölüme terk eden sevgililerini. Zorundaymışlar buna... Ne kadar uyarsa da sevdiğini ihanet aşkın kaderiymiş. Çünkü ayrılık da sevdaya dahil. Gün gelmiş ölüm günü kapıya dayanmış. Undine elleri kanlı gözleri yaşlı sevgilisine sarılıp acısını acısına katıp can vermiş orada ölmüş aşkıyla...


Friedrich de la Motte Fouqué'nun ölümsüz eseri Undine 1800'lü yılların başında yazılmış, bir çok kitaba ilham kaynağı olmuştur. Tüm dünyada bir çok dilde uyarlamaları olan Undine birçok tiyatroda da kendini göstermiştir.




                      

                             

                        

19 Kasım 2011 Cumartesi

Dünyanın En Uzun Binası ve 24 saat


              
Dubai’deki Burj Khalifa binası 828 metre yüksekliği, 160 katıyla dünyanın en uzun binası. 150. kattan sonra kalan tüm katları tamamen çelik olarak inşa edilmiştir. Ayrıca rüzgar direncini en aza indirmek için binada hiçbir yüzeyde köşe bulunmamaktadır, tüm yüzeyler dairesel birleşimlerden oluşmaktadır. İnşaat 1 Ekin 2009 tarihinde tamamlanmış, resmi olarak 4 Ocak 2010′da açılışı yapılmıştır. Mimari ve mühendisliği Chicago, Amerika’da bulunan Skidmore mimarlık şirketi tarafından yapılmıştır. Binanın yapımı 1.5 milyar dolara mal oldu. Binanın çevresinde kurulan Downtown Dubai adı verilen 2 km karelik şehir ise toplam 20 milyar dolarlık maliyettedir. Bina sadece dünyanın en uzun binası değil aynı zamanda:
* Dünyanın en yüksek gece klübü – 144. kat,
* Dünyanın en hızlı asansörü – saatte 64 km,
* Dünyanın en yüksek camisi – 158. kat,
* Dünyanın en yüksek yüzme havuzu – 76. kat,
gibi rekorlara da sahip.











Son olarak en beğendiğim görüntü:

Merlin'i İzliyorum


"Şu ana kadar izlediğim diziler" yazımı okuyanlar bilir. Ben tam bir dizi bağımlısıyım. Ancak izlediğim diziler arasında en sevdiğim ilk 10 sıralamasında ne Lost'u bulabilirsiniz ne de Heroes'u. Merlin en sevdiğim ilk on içerisine adını başarıyla yazdırmış bir dizi. Ve bunu kesinlikle hak ediyor.
Hepiniz Ünlü Camelot krallığının efsanevi büyücüsü Merlin'i duymuşsunuzdur. Aslında gerçek hikayede Merlin genç değildir fakat burada Arthur ile yaşıt yapmaları diziye apayrı bir tat katmış. Aralarındaki dostluk rol olduğunu bilmeme rağmen beni kıskandırır. O kadar tatlı ve saf bir dostlukları var ki her geçen gün beni dizinin içine çekiyor. Onlardan biri oluyorum sanki. İlk izlediğimde Gwen gözüme çok batmıştı. Çirkindi ve Kral Arthur'a yakışmayan biriydi. Ancak şu an dizinin 4. sezonu çıkmakta ve Gwen çok güzel bir esmer olarak karşımızda. Son olarak söylemek istediğim şey, dizinin başındaki konuşmaya bayılıyorum. Ne kadar çabalasam da o tonlamayı bir türlü tutturamıyorum.


7 Kasım 2011 Pazartesi

Dünyanın En Eskileri

                                                                   En Eski Aşıklar

                       

                                            Dünyanın En Eski Gökdeleni Yemen Shibam

                         Dünyanın en eski gökdeleni Yemen Shibam resimleri

Dünyanın En Eski Klavyesi ( Bir bilgisayar aşığı olarak kesinlikle korkunç buluyorum, tırstımmm... )

                               


                                             Atamız Mustafa Kemal'in En Eski Fotoğrafı

                 


                                                   Dünyanın En Eski Bilgisayarı

       

                                                      Dünyanın En Eski Kitabı

                          

                          Dünyanın En Eski Esprisi Sümerlilere Ait

                                     

Dünya tarihinin en eski esprisi
Dünyanın en eski esprisinin Sümerler'e ait olduğu söyleniyor. Dünyanın en iyi esprileri arasında sayılan esprilerden birisi:

Dünyanın en eski esprisi M.Ö. 1900’e dayanıyor. Sümerler’in kitabelerindeki espri şöyle: “Ezelden beri asla gerçekleşmeyen tek olay şudur: Bir kadın kocasının kucağında osurmaz”

“Ezelden beri asla gerçekleşmeyen tek olay şudur: Bir kadın kocasının kucağında osurmaz”, Wolverhampton Üniversitesi’nin araştırmaları sonucunda yayınladığı ‘dünyanın en eski 10 esprisi’ arasında birinci sırada yer alıyor. M.Ö. 1600’lerde Mısır halkının Kral Snofru üzerine yaptığı espri ikinci sırada: “Sıkılmış bir firavunu nasıl eğlendirirsiniz? Bir kayık dolusu ve sadece balık ağıyla giyinmiş genç kadını Nil’e bırakırsınız ve firavunu balık tutmaya teşvik edersiniz” Bilinen en eski İngiliz esprisi 10. yüzyıla dayanıyor: “Bir erkeğin uyluklarında asılı duran ve sık sık dürttüğü bir deliği dürtmek isteyen şey nedir? Yanıt: Anahtar.” Bazı şakalar şöyle:

İmparatorluğunu dolaşan Augustus kalabalıkta bir adam farketmiş. Adam fazlaca kendisine benziyormuş. Merakla sormuş “Annen bir zamanlar Saray’a hizmet etti mi?” Adam “Hayır majesteleri” deyip eklemiş: “Babam çalıştı.”

Kral’ın traş olduğu dalkavuk berberi sormuş, “Majesteleri saçlarının nasıl kesilmesini ister?” Kral yanıtlamış: “Sessizce.” 

4 Kasım 2011 Cuma

Albert Einstein Türkiye Hatırası



Einstein'in Türkiye'ye Mektubu 


’Ben, sadık hizmetkárınız 
Prof. Albert Einstein’ 

"Ekselánsları, 

’OSE’ Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselánslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da hálen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. 

Ekselánslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. 

Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum. 

Ekselánslarının sadık hizmetkárı olmaktan şeref duyan, 

Prof. Albert Einstein


Bugün, Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilánından buyana geçen seneler boyunca nereye gitmesi gerekirken nerelere getirildiğini göstermesi bakımından son derece önemli olan bir belgeyi yayınlıyorum: Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dáhilerinden kabul edilen Alman fizikçi Albert Einstein’ın, bundan 73 yıl önce Türk Hükümeti’ne gönderdiği ve önde gelen 40 Alman bilim adamına iş imkánı sağlanması için yazdığı bir rica mektubunu... 

Einstein’ın kim olduğunu burada anlatmama gerek yok, zira hemen herkes bilir; dolayısıyla hemen konuya, yani dáhi bilim adamının mektubuna giriyorum. Almanya’da 1932 sonbaharında yapılan genel seçimleri, Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi, yani Naziler kazandı ve Hitler, 1933’ün 30 Ocak günü başbakanlığa getirildi. 

Naziler’in hedeflerinden biri, Yahudiler’in, öncelikle de Almanya’daki Yahudiler’in köklerinin kazınmasıydı. O tarihten birkaç sene önce başlamış olan Yahudi karşıtı hareketler Naziler’in iktidarı elde etmelerinden sonra daha da arttı ve çok sayıda Yahudi, Almanya’yı terketti. Ayrılma hazırlığı yapan Yahudiler arasında dünyanın önde gelen bilim adamları da vardı ve Albert Einstein da onlardan biriydi. 

Berlin Üniversitesi’nde hocalık yapan ama kısa bir müddet sonra artık ders veremeyeceğini farkeden Einstein, 1933 ilkbaharında Almanya’dan ayrıldı, Fransa’ya geçti ve Paris’teki "College de France"da hocalık etmeye başladı. Bu sırada, Nazi tehdidi altında bulunan Museviler’in himayesi maksadıyla "Yahudi Nüfusu Koruma Grupları Birliği" ismini taşıyan ve kısa adı "OSE" olan bir kurum oluşturulmuştu. Birliğin merkezi Paris’te idi ve şeref başkanlığına da Albert Einstein getirilmişti. 

ELÇİYE ZEVAL OLMAZ 

Albert Einstein, 1933’ün 17 Eylül’ünde Ankara’ya işte bu sıfatla, yani "OSE’nin şeref başkanı" olarak bir mektup gönderdi. Einstein, "Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığı"na, yani Başbakanlığa hitaben son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya’daki bazı kanunlar dolayısıyla çok sayıda Alman bilim adamının mesleklerini icra edemez hále geldiklerini söylüyordu. Bilim adamlarının çalışabilecekleri bir ülke aradıklarını da anlatan Einstein, 40 kişilik bir uzman listesi hazırladıklarını yazıyor, bu kişilerin hiçbir karşılık beklemediklerini anlatıyor ve Türk Hükümeti’nin sözkonusu bilim adamlarını kabul etmesi halinde sadece insani bir faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağını, Türkiye’nin bu kabulden büyük kazanç sağlayacağını da ifade ediyordu. 

Einstein, şimdi Başbakanlığa bağlı olan "Cumhuriyet Arşivi"nde muhafaza edilen 17 Eylül 1933 tarihli mektubunu yazdığı sırada, başbakanlık makamında İsmet Bey (İnönü) vardı. Belgenin üzerinde yeralan ve İsmet İnönü’nün elyazısıyla olan nottan anlaşıldığına göre, İnönü, 9 Ekim günü mektubu "Maarif Vekáleti’ne", yani Milli Eğitim Bakanlığı’na havale etti. Milli Eğitim Bakanı, o tarihte Reşid Galip Bey idi. 

Albert Einstein’ın mektubunun alt kısmında ve yan tarafında elyazısıyla üç madde halinde yazılmış bazı notlar bulunuyor. Reşit Galip Bey’e ait olduğunu zannettiğim ve işlek olması dolayısıyla güçlükle okuyabildiğim bu notlarda geçen "Teklif, mevzuat-ı kanuniyemizle ...değildir", "Bunları bugünkü şeráite (şartlara) göre kabule imkán yoktur" şeklindeki ifadelerden, teklifin bakanlık tarafından ilk aşamada kabul edilmediği anlaşılıyor. 

Ancak, Türkiye’nin bu tarihten hemen sonra 40’tan fazla Alman bilim adamını davet edip üniversitelerde görevlendirmesi ve Üniversite Reformu’nun da bu sırada yapılması, Milli Eğitim’in karşı çıktığı teklifin kabulünde çok daha yüksek bir makamın, yani bizzat Reisicumhur Mustafa Kemal’in devreye girmesinin etkili olduğunu düşündürüyor. Bu konudaki bir diğer kanıt da, Princeton Üniversitesi’nde 1949 yılında Einstein ile görüşen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin emekli hocalarından Prof. Dr. Münir Ülgür’ün geçtiğimiz hafta Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknoloji Dergisi’ne yaptığı açıklama. Prof. Ülgür, açıklamasında Einstein’ın görüşme sırasında "Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında beni de ülkenize davet etmişti" dediğini naklediyor. Bu ifadeler, Alman bilim adamlarının Türkiye’ye doğrudan doğruya Atatürk’ün talimatıyla gelmiş olduklarını gösterir zannediyorum. 


MESUT BEY BULDU 

Albert Einstein’ın 73 seneden buyana arşivimizde durmasına rağmen kimselerin farketmediği bu mektubunu bulma şerefi, dostum Mesut Ilgım’a ait. Uzun seneler devam eden profesyonel yöneticilik faaliyetinden sonra emeklilik günlerini araştırmacılıkla geçiren Mesut Bey, şimdi Hitler’den kaçarak İstanbul’a gelen profesörlerden olan maliyeci Fritz Neumark’ın Türkiye günlerini anlattığı "Boğaziçi’ne Sığınanlar" isimli eserini Almanca’dan Türkçe’ye çevirmekle meşgul. Mesut Ilgım, Einstein’ın mektubunu daha önce de yayınlanan ama az sayıda basılan bu hatıralardan hareketle, geniş bir araştırma yapmaya başladığı sırada bulmuş. Mektubu ilk defa yayınlamama izin verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. 

İşte, Cumhuriyet rejiminin henüz on yaşında olduğu günlerdeki Türkiye ile 83 yaşındaki Cumhuriyet Türkiyesi’nin arasındaki fark... İlki, Einstein’ın dostları için iş talebinde bulunduğu, büyük gelecek vaadeden genç bir devlet; diğeri ise gündemini sadece kadınlara mahsus parkların, cüppeli namazların yahut kadın eli sıkmanın günah olup olmadığının tartışılır hále getirildiği bir ülke... 

Einstein, Atatürk’ün davetini bir Türk bilim adamına açıklamıştı 

ALBERT Einstein ile görüşen az sayıdaki Türk bilim adamlarından biri, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin elektrik-elektronik bölümünün emekli hocalarından olan Prof. Dr. Münir Ülgür idi. Profesör Ülgür, Einstein ile 1949 yılında, Birleşik Amerika’daki Princeton Üniversitesi’nde biraraya gelmişti. 

Prof. Münir Ülgür, Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknoloji Dergisi’ne geçtiğimiz günlerde verdiği mülákatta, Einstein’ın 1933 yılındaki Üniversite Reformu sırasında Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edildiğini söylediğini anlatmıştı. Einstein, bundan 57 sene önceki görüşme sırasında Ülgür’e "Biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz" demiş ve daveti kabul etmemesinin sebebini de "İmkánlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim" sözleriyle açıklamıştı. 

not: alıntıdır.

29 Ekim 2011 Cumartesi

MULTİTAB - Kareli Battaniyem ( mutlaka dinleyin )

             Multitab hiç dinlenme, hit olma derdi olmayan bir grup. Bu abilerimiz sanki banyodaymış gibi sadece kendileri için söylüyorlar. Bu da müziğin kalitesini ve dinlenebirliğini arttırıyor. Gayet rahatlar. Şarkımız benim gibi yalnızlığı seven evci kuşlara gelsin. Battaniyem kareli battaniyem, değerli her saniyem...




Dur bugün benim günüm 
Kapandı üzgünüm 
Sıkıldım artık insanlardan 
Hiç durmadan ararlar 
Hiç sormadan gelirler 
Hiç yalnız olmasınlar mutsuzlar 
Kendi kendilerine kalmak ne zor gelir ki 
Rehberinde yer bulur isminin baş harfi 
Çaldı bak zırıl zırıl telefonun zili 
Açmadım bozmadın keyfimi 
Patlamış mısır kahve fincanım ve korku filmi 
Gelmesin sakın üçlü koltuğun sürpriz ismi 
Yordu onların sahte dertleri geçti şimdi 
Battaniyem kareli,battaniyem değerli, 
Her saniyem değerli,her saniyem kareli

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Adın Kalmalı - Ahmet Hamdi Tanpınar

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

15 Ekim 2011 Cumartesi

Bosna kokusunu evlerinize davet edin: HALID BESLIC - Zlatne Strune






sözleri:
od zlatnih struna
ljepsa je kosa tvoja
od plavog neba
veca je ljubav moja

zlatne strune, svirajte mi
ovu pjesmu jace
sanjao sam kako draga
na rastanku place

od plavog mora
ljepse su oci tvoje
od svega vise
volim te srce moje

od pjesme ove
ljubav je nasa jaca
od zlatnih struna
rastanka i placa

tam karşılamasa da çevirisi:

saçların altın tellerden daha güzel
mavi gökyüzünden daha güzel sana olan aşkım

altın teller benim için savrulsun
hafif gürültülü bir şarkı gibi
sevdiğimi hayal ettim
ayrılığımıza ağlayan

mavi denizden daha güzel senin gözlerin
her şeyden daha güzel
kalbim sana aşık

bu şarkıdan daha güçlü bizim aşkımız
altın tellerden daha güçlü
gözyaşlarından ve ayrılıklardan daha güçlü

altın teller benim için savrulsun
hafif gürültülü bir şarkı gibi
sevdiğimi hayal ettim
ayrılığımıza ağlayan

Bir Bilim Adamının Romanı : OĞUZ ATAY

 Kitap okumayı severim.
En çok da kendi kitaplarımı yani sahip olduğum, bana ait diyebildiğim kitapları okumak çok hoşuma gider.
Biraz övünecek olursam kendime ait bir kütüphanem var diyebilirim
 : )

Okumak küçüklüğümden bu yana damarlarıma işlemiş bir bağımlılık. Aynı uyuşturucu gibi. Bana özel yapılmış bir uyuşturucu gibi sanki ( sevgili Edward sevenler bu cümle size geldi. )
Ancak şu son günlerde büyük üstat Oğuz ATAY sayesinde bildiğim ama farkında olmadığım bir şeyi öğrendim. (Garip bir cümle oldu değil mi ?) O zaman şöyle anlatayım. Biliyormuşum ama haberim yokmuş. (Evet bu daha iyi.)

Okumak ikiye ayrılıyor. Bilinçli okumak yani sindirerek, düşünerek, hayata geçirerek okumak ve bir diğeriyse bilinçsiz okumak yani amaçsızca, bir kulağından girip diğer kulağından çıkacak şekilde, zamanını boşa harcamak.
Bilinçli okumak öyle anında yapabileceğiniz bir şey değil. Her öğrenmenin bir temeli olduğu gibi bilinçli bir okur olmanın da bir ilk adımı vardır.

 Bilinçli bir okur olmak için önce merak lazım. Sonra merakını giderme azmi. Yani bir diğer şekilde öğrenmeye çalışmak. Azimli olmak lazım. Soruşturmak, araştırmak ve derinlemesine okumak. Öyle ki merakınızı giderdiğinizde aldığınız zevkten o kadar memnun olacaksınız ki öğrenme aşkı içinize işleyecek. Ve bir süre sonra beyniniz okumaya bağımlı olacak. Okudukça, öğrendikçe yeniden ve yeniden okumak isteyeceksiniz. Kendinizi tatmin edene ve gözünüz doyana kadar okuyacaksınız. Fakat asla tatmin olmayacaksınız. Gün geçtikçe aldığınız bir cevap yeni bir soruyu daha karşınıza çıkaracak. Ve sonra bir soru daha. Yeni bir cevap bulma arayışı daha karşınıza çıkacak. İlim aşkı kalp gibi atmaya başlayacak içinizde. Dedim ya aynen uyuşturucu gibi. Tabii bu daha oyunun başı. Bilinçli okur öğrendiklerini hayatına geçiriyorsa bilinçlidir. Hayatınızda atacağınız tek bir adımı bile öğrendiklerinizle ilişkilendiriyorsanız bilinçli olmuşsunuz demektir.

Olaya bir de şu yönden bakalım. Yazarların etkilendikleri şeyler çoğunlukla sosyal yaşantıları, toplumsal olaylar ve tecrübeleridir. Tecrübeler bir yazarın okuruna verebildiği en değerli öğrenmedir. Çünkü insan hayata bir kez gelir. Bu tek seferlik ömürde, kendi açınızdan bir ömre sığamayacak kadar büyük ve derinden etkileyen olaylar yaşarsınız. Ve önünüze çıkan bu acı tatlı olaylar sizi hatalarınızdan ders almaya yöneltecektir. Peki öyleyse şu soruyu soralım insan için en değerli şey nedir? Zaman ve Sağlık. Zamanı ele alırsak, zamanınızı en verimli geçirmenin yolu başkalarının hayatlarından ve hatalarından ders almaktır. Öyleyse neden yapmayalım? Biraz bencilce düşünün, en iyisini elde etmeye ve en mutlu olmaya çalışın. Sizin tek gerçek dostunuz kitaplar olur böylece.



Aslında Oğuz Atay'ın kitabında böyle bir şey yazmıyor. Ancak biz okurlar yeni yeni anlamlar bulabiliyoruz. Şimdi kitaba gelirsek olay şöyle; Mustafa İnan çok başarılı ve kaliteli bir bilim adamı aynı zamanda Oğuz Atay'ın hocası. Hayatında çok zor tecrübeler yaşamış hatta küçük yaştan itibaren ailesi tarafından 'adam olmaz' sözüne maruz kalmış çok büyük bir insan. Hayatını okurken bir Türk'ün bu kadar büyük başarılar yakalaması gururumu okşuyor. Oğuz Atay da işte böyle büyük bir insanı Türk insanın pek alışık olamadığı, kanının ısınamadığı bir alanda, yani biyografi alanında karşımıza çıkartıyor. Biyografi dediysek öyle derin konular ama sıkıcı yazılar olanlarından değil. Büyük üstadımız Oğuz Atay yine kalitesini konuşturup karşımıza öyle bir eser çıkarıyor ki elinizden bırakamıyorsunuz. Akıcılığı o kadar başarılı olmuş ki sanki bir insanı değil de  bir şehir efsanesini anlatıyor. Kitapta bile Mustafa İnan'ın arkadaşlarından kendisini dinlerken bir efsaneyi okuyormuş gibi hissediyorsunuz. O kadar kanıta rağmen gerçek bir insan olduğuna inanmak çok zor. Daha fazla şey söylemek isterdim ama yazı uzadıkça sıkıcılık da uzar felsefesiyle burada sonlandırıyorum.


Mustafa İnan ile ilgili daha fazla bilgi için bu bağlantıyı tıklayınız. 

8 Ekim 2011 Cumartesi

Teoman - Çoban Yıldızı

Şu an Teoman'dan Çoban Yıldızı'nı 16. defa dinliyorum. Bu sözler ancak Teoman gibi bir üstat tarafından yazılabilirdi. İyi akşamlar herkese...

7 Ekim 2011 Cuma

Michael Sikkofield - Yeni dünya düzenini baştan yazan blog

       
Bugün beni derinden sarsan etkileyici yazılarıyla Michael Sikkofield isimli blogdan bahsetmek istiyorum. Uyandırma Projesi bir süreden beri beynimdeki temelleri ve inançları yıkmaya devam ediyordu. Ancak bu yeni blogda gerek akıcı konuşması, samimiyeti ve bana sempatik gelen ağzı bozukluğuyla Michael Sikkofield beyin kazanıma her geçen gün yeni şeyler katmaya devam ediyor. Tam 1805845 tıklamaya sahip olan bu abimiz uyuyan dünya gençlerini adım adım uyandırmaya devam ediyor. Yeni dünya düzenini bilen el kaldırsın? Ben de bu abimizden öğrendim. Amerikanın her geçen gün beynimiz üzerinde oynadığı oyunlarla kurmaya çalıştığı tek iktidarlık dünyayla biz Türk gençlerine tanıştıran nadir isimlerden biri Michael Sikkofield.  okuyun okutun derim. Selametle...

http://michaelsikkofield.blogspot.com/

bu yazıyı yazdığıma 2011'in onuncu ayının 7'si idi. Şimdi 10.07.2013 tarihindeyiz ve Michael abimizin sitesine baktığımızda ziyaretçi kısmı şu rakamları gösteriyor: 10071227. Bırakın okumayı yazmakta bile zorlandım. En az üç kez bakmak zorunda kaldım. Bu neredeyse Türkiye'nin nüfusunun yedide biri. Kabul ediyorum. Bu oradaki sayıyla gelen ziyaretçi sayısının aynı olduğu manaya gelmiyor. Ama yine de bu siteye sadece Türkiye'den giriş yapılmıyordur ki. Muhteşem rakamlar değil mi? Ve yazılarda o kadar doyurucu ve akıcı oluyor ki, kendinizi büyük bir filmin içinde hissediyorsunuz. Adrenalinin damarlarınızda yükseldiğini hissediyorsunuz. Kalkmak istiyorsunuz. Savaşmak istiyorsunuz. Bir piyon olmaktan çıkıp tüm bu oyunlara, komplolara dur demek istiyorsunuz. Büyük bir bilinç akışı yaşıyorsunuz. Ateşiniz var gibi hissediyorsunuz. Korku artık sizin sözlüğünüze ait bir kelime olmaktan çıkıyor. Ama bir sorun var ortada. Düşman belli. Saflar nerede? Komutansız bir savaşın içine sürüklenmiş gibi ortada kalıveriyorsunuz. Etrafınızda büyük bir hengame kopuyor. Kılıcınıza kınından çıkarıp karanlığa doğru atılıyorsunuz. Düşman çok güçlü ve korkunç görünüyor. Sırıtıyor size. Aptal piyon parçası diyor. Kalbinizin içinde kopan fırtınadan habersiz size bir damlacık gibi bakıyor. Yağmuru oluşturmaya gücünüzün olmadığını sanıyor. Ne kadar da pervasız. Hata yaptı. Sizi küçümsedi. Size bir paçavra gibi davrandı. Yanıldı. Siz yağmura katılmayı bekleyen 10071227 kişiden birisiniz. Yeter ki uyanmayı başarın.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Milow - You don't now



Sometimes everything seems awkwardlarge
Bazen her şey zor ve büyük görünür

Imagine a Wednesday evening in march
Mart ayında bir çarşamba akşamı hayal et

Futurepast at the same time
Geçmiş ve geleceğin aynı anda olduğu

I make use of the night start drinking a lot
Geceleri çok içmek için kullanıyorum

Although not ideal for now its all that Ive got
Şimdi doğru olan bu olmasa da, sahip olduğum tek şey bu.

Its nice to know your name
İsmini bilmek güzel

You dont know you dont know 
Bilmiyorsun, bilmiyorsun

You dont know anything about me
Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun

An ocean a lake I need a place to drown
Bir okyanus, bir göl, boğulmak için bir yere ihtiyacım var.

Lets freeze the moment cause were going down
zamanı dolduralım çünkü yitiyoruz

Tomorrow youll be gone gone gone 
Yarın gitmiş olacaksın

Youre laughing too hard this all seems surreal
Gülerken çok zorlanıyorsun, hiç gerçekçi görünmüyor

I feel peculiar now what do you feel
Ben tuhaf hissediyorum, ya sen?

Do you think theres a chance that we can fall
Sence hiç şansımız var mı?

You dont know you dont know
Bilmiyorsun, bilmiyorsun

You dont know anything about me
Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun

What do I know? I know your name
Ben ne biliyorum? Yalnız ismini

You dont know you dont know
Bilmiyorsun, bilmiyorsun

You dont know anything about me anymore
Benim hakkımda artık hiçbir şey bilemezsin

I gave up dreaming for a while
Bir süreliğine hayal kurmayı bıraktım

I gave up dreaming for a while
Bir süreliğine hayal kurmayı bıraktım

Ive noticed these are mysterious days
Farkettim ki, bunlar gizemli günler

I look at it a jigsaw puzzlegaze with wide open mouthburning eyes

Buna bakıyorum ve açık koca bir ağız ve tutuşan gözleriyle bir yapboza benziyorum 

If only I could start to care
Keşke önemseyebilseydim

my dreamsmy Wednesdays aint going no
o zaman hayallerim ve çarşambam hiçbir yere gidemeyecekti

baby baby baby you dont know
bebeğim bebeğim bilmiyorsun

you dont know you dont know
bilmiyorsun, bilmiyorsun

You dont know anything about me
Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun

What do I know? I know your name
Ben ne biliyorum? yalnız ismini.

you dont know you dont know
bilmiyorsun, bilmiyorsun

you dont know anything about me
hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun

baby baby baby you dont know you dont know
bebeğim bebeğim hiçbir şey bilmiyorsun

you dont know you dont know anything about me anymore
benim hakkımda artık hiçbir şey bilemezsin

Rondo Veneziano - La Serenissima

1979 yılında İtalyan Gian Piero Reverberi adlı müzisyenin bestelediği 'rondo veneziano' parçası, İtalya'da büyük ilgi görmüş, akabinde parçanın ismini taşıyan bir grup kurarak besteler yapmaya devam etmiştir. Grubun 1981 yılında çıkardığı 'La Serenissima' adlı albüme de adını veren parça, 1985-1990 döneminde de ülkemizde çeşitli alanlarda sıklıkla kullanıldı.


                     



not: alkışlarla yaşıyorum'dan alıntılanmıştır.

Kafa Nereye Biz Oraya

Son günlerde eski Türk müziklerine merak sarmıştım ancak Sıla beni tekrar 21. yüzyıla çekebilen ilk şarkıcı oldu. Bağımlılık yaratan bir şarkı sizlerle:


Sözleri:

aşkıydı işiydi
ihtirası düşüydü
yere batsın faturası
malı mülkü
bağlasalar durmam

kaşıydı gözüydü
intikamın gücüydü
ayıp denen bir şey var ya
hasbinallah
ağlasalar durmam
insanım insan

hadi kalk gidelim hemen şu anda
kapa telefonunu bulamasın arayan da
açarız radyoyu yol nereye biz oraya

iyi gelmez mi hiç deniz havası
bir göz oda bulur sokarız başımızı
bir de koyarız iki kadeh
kafa nereye biz oraya

aşkına da işine de
viran olmuş düşüne de
yerli yersiz sözüme de
dövmediğim dizime de
pişmanım pişman


Söz: Sıla Gençoğlu
Müzik: Sıla Gençoğlu, Efe Bahadır

24 Eylül 2011 Cumartesi

Gezdiğim, Gördüğüm yerler; Liste artacak

Şanlıurfa


Gaziantep


Sivas


Bingöl


Erzurum


Mersin


Nevşehir


Kayseri


Adana


HATAY


KİLİS


MANİSA



İZMİR


UŞAK


BALIKESİR


ÇANAKKALE



KONYA


Bunlar ailem ve kişisel gezilerim sayesinde gördüğüm yerler ancak umut ediyorum ( ki bu konuda bayağı hırslıyım ) dünyayı da mutlaka ama mutlaka göreceğim.




23 Eylül 2011 Cuma

Perfume: The Story of a Murderer ( Koku : Bir Katilin Hikayesi )


Bu hafta elimizde yine kitaptan uyarlama muhteşem bir film var; Perfume ( Koku )
Alman bir yazarın elinden çıkma hayal gücünün parıltıları Filmde de kendini gösteriyor.

 Konu şöyle:



1766. Grasse, Güney Fransa.

Kalabalık şehir meydanında bir parfüm yapımcısı olan Jean-Baptiste Grenouille’ün (BEN WHİSHAW) hüküm giymesini izlemek için toplanmıştır. Halk zincirlerinden tutulup sürüklenen adamı kalenin balkonunda gördüğünde gürültüyle öldürülmesi için tezahürata başlar.




22 yıl önce. Paris.


Grenouille’in annesi (BİRGİT MİNİCHMAYR) yılın en sıcak gününde şehrin balık pazarının bulunduğu mahallede doğum yapmaktadır. Bu istenmeyen çocucğu çevresinden saklamaya çalışmaktadır. Fakat yeni doğan bebek çıkardığı inanılmaz gürültü sayesinde çevreden yetişenler tarafından annesinin gazabından kurtulur. Çocuk yaşayacaktır fakat annesi çocuğunu öldürmeye çalıştığı için asılarak idam edilecektir.


Grenouille hayatının ilk yıllarını Madame Gaillard’ın (SİAN THOMAS) yetimhanesinde geçirir.. Diğer çocuklar onda bir gariplik olduğunun farkındadılar. Altı yaşına geldiğinde küçük çocuk hala konuşamamaktadır fakat kokular hakkındaki inanılmaz yeteneği ortaya çıkmaya başlamıştır.


13 yaşına geldiğinde Madame Gaillard 10 franka Grenouille’I Grimal’a (SAM DOUGLAS) satar. Grimal bir deri işleme atölyesi işletmektedir. Yaşam şartları cehennemden beter, pis kokulu nitratlar,kokuşmuş postlar içinde geçmektedir fakat bu ortamda hayatta kalmayı başarıp genç bir adam olmuştur.


Paris’e ilk gittiğinde havada hiç tanımadığı yabancı kokuları keşfeder genç adam… Ve bu kokular onu hiç sahip olmadığı olamayacağı hayallerine sürükler… istemeden de olsa bir genç kadının ölümüne sebep olur…



  

Tabi her güzel filmde olduğu gibi beklenilmeyen bir sonla harika bir nokta koyar. Tam kahramanımızın ( Yada katilimizin mi demeliyim xD ) korkunç bir şekilde can vereceğini düşünürken, zekasını bir kez daha ortaya koyarak belki de kurtuluşların en büyük, en şehvetli ve en güzel kokulusunu yapar. Avucunu açtığı anda şehvet kokusunu damarlarında hisseden halk aniden coşup kimseye aldırmadan sevişmeye başlarlar. Düşünün bir katilin idamı için toplanan 2000'den fazla insan var ve bir insanın yapabileceği en güzel kokuyla beklenmedik bir anda karşılaşıyorlar. Onlarda o anda hayvani bir dürtüyle bir birlerine giriyorlar. ( Her manada...) Katil en zekice hamlesini yapıyor böylelikle. Etkileyici bir son...



 


Film boyunca kılıksız dolaşan katilimiz gerçek hayatta bir yakışıklılık abidesiymiş de haberimiz yok.



18 Eylül 2011 Pazar

Öldüren şarkı : Gloomy Sunday ( Kederli Pazar )





Bir cok kisinin olumune sebep olmus Gloomy Sunday sarkisi. Anlatilanlara gore sarkinin huznu dinleyenlerini oyle etkilemis ki, bu sarki yuzunden bir cok kisi intihar etmis. Bestecisinin sevgilisi bir kagida 'Gloomy Sunday' yazip sonra bir sise zehri icmis. Bestecisi ise yillar sonra evinin camindan atlayarak intihar etmis.
yüzlerle ifade edilen insanların ölümüne neden oduğu söylenen şarkı Gloomy Sunday'i hiç duydunuz mu? Bu şarkı bir takım ülkelerde yasaklanmıştır 

Macar besteci Rezso Seress "gloomy sunday" adlı şarkısın 1933'te yapmıştır ve şarkının sözlerini , eski sevgilisine ithaf etmiştir ,ancak şarkı yayınlandıktan kısa bir süre sonra kendisine ithaf ettiği eski sevgili kendini öldürür ve bu şarkı eşliğinde intihar vakaları dalga dalga yayılmaya başlar, bu yüzdende şarkı bir dönem yasaklanır , bu olaylardan sonra bestecimiz kendini nasıl hisseder onu bilemem ama beni çok üzmüştü en azından... 

Adam bi kıza aşık oluyo. kız da adama. kızın ailesi ilişkilerini onaylamıyo. bunlar da bi yolunu bulup kaçıyolar. Sonra işler büyüyo. En sonunda polisler bunların saklandığı yeri bulup kızı zorla alıyolar. Ailesine geri götürürken polisler niyeti bozup kıza tecavuz ediyolar. Olayın ağırlığını kaldıramayan kız intihar ediyo. Sonra da işte malum olay adam bu şarkıyı yapıyo.

Hikaye 1932de basliyor. Macar besteci Rezso Seress zor gunler gecirmekte. Caninin cok ***kin oldugu bir pazar gunu camdan bakarken "What a gloomy sunday..." diyor kendi kendine. Bunu soyledikten sonra piyanosuna donuyor ve bir kac saat icinde adini 'Gloomy Sunday' koyacagi sarkisini besteliyor. Huzunlu melodi uzerine de su melankolik sozleri yaziyor.



It is autumn and the leaves are falling
All love has died on earth
The wind is weeping with sorrowful tears
My heart will never hope for a new spring again


My tears and my sorrows are all in vain
People are heartless, greedy and wicked...

Love has died!

The world has come to its end, hope has ceased to have a meaning
Cities are being wiped out, bombs are making music
Meadows are coloured red with human blood
There are dead people on the streets everywhere
I will say another quiet prayer:
People are sinners, Lord, they make mistakes...

The world has ended!

Seress sarkisi icin bir kac plak sirketini ikna etmeye calisiyor ve sonunda bir plak doldurmayi basariyor. Radyolarda calinmaya baslamasindan sonra, hemen her gun intihar haberleri gelmeye basliyor. Olenlerin bazilarinin olumlerinden hemen once sarkiyi dinlemis olduklarini soyleniyor. Bir kismi cenazesinde bu sarkinin calinmasini vasiyet ediyor. Bir kisminin plak calarinda Seress'in plagi bulunuyor. Bazilarinin hemen yaninda uzerinde Gloomy Sundayin sozlerinin yazili oldugu ya da sadece 'Gloomy Sunday' kelimelerinin oldugu bir kagit bulunuyor. Bir suru intihar vakasi arasinda 14 yasinda bir kiz cocugu ve 80 yasindaki bir adam da var.

Sarki ve efsanesi unlenmeye devam ederken 1944 yilinda Macar Laszlo Javor sarkinin sozlerinin huznunu yeterli bulmuyor olsa ki, kendisi de daha karanlik su sozleri yaziyor ...

On a sad Sunday with a hundred white flowers
I was waiting for you my dearest with a prayer
A Sunday morning, chasing after my dreams
The carriage of my sorrow returned to me without you
It is since then that my Sundays have been forever sad

Sad Sunday

This last Sunday, my darling please come to me
There'll be a priest, a coffin, a catafalque and a winding-sheet
There'll be flowers for you, flowers and a coffin
Under the blossoming trees it will be my last journey
My eyes will be open, so that I could see you for a last time
Don't be afraid of my eyes, I'm blessing you even in my death...

The last Sunday
 
 
Sarki hem guzel hem de bu kadar ilginc bir hikayeye sahip olunca uzerine Ingilizce sozler yazilmasi da cok vakit almiyor. Ancak duydugu intihar haberlerinden korkan BBC yoneticileri sarkinin radyoda yayinlanmasini yasakliyorlar. Aylar sonra ancak enstrümantal hali icin izin cikiyor.

Sarki yillar gectikce hemen her unlu muzisyenin repertuarina giriyor. Yeni ve cok taninmis kisilerden bir kac ornek vermek gerekirse, Heather Nova, Bjork, Sinead O'Connor, Sarah McLachlan. Amazon'da sarkiyi iceren album sayisi su anda 180. Ama tabi bunlarin en unlusu, sarkiyi Sam Lewis'in yazdigi sozlerle ilk kez Ingilizce soyleyen Billie Holiday.

Bu sarki uzerine yakin zamanda cekilmis bir film de var. Yonetmenligini Rolf Schubel'in yaptigi Macar Alman ortak yapimi film, hikayeye Nazileri de katip hikayeyi biraz degistirmekle beraber, izlenilmesini tavsiye edebilecegim bir film. Sarkinin birbirinden farkli bir suru versiyonunu film boyunca dinleyebilirsiniz. Filmdeki sekliyle bu hikayeyi gorunce sahsimin mezhebinin filmdeki kahramanlar kadar genis olmadigini da belirtmek isterim. Bu son cumlenin ne demek oldugunu filmi izlemeyenler icin aciklamayacagim, ama filmi izlemis olanlar beni anlamislardir...



ALINTIDIR...


Bu da filmin efsanevi sahnesi