Top Menu

24 Eylül 2011 Cumartesi

Gezdiğim, Gördüğüm yerler; Liste artacak

Şanlıurfa


Gaziantep


Sivas


Bingöl


Erzurum


Mersin


Nevşehir


Kayseri


Adana


HATAY


KİLİS


MANİSA



İZMİR


UŞAK


BALIKESİR


ÇANAKKALE



KONYA


Bunlar ailem ve kişisel gezilerim sayesinde gördüğüm yerler ancak umut ediyorum ( ki bu konuda bayağı hırslıyım ) dünyayı da mutlaka ama mutlaka göreceğim.




23 Eylül 2011 Cuma

Perfume: The Story of a Murderer ( Koku : Bir Katilin Hikayesi )


Bu hafta elimizde yine kitaptan uyarlama muhteşem bir film var; Perfume ( Koku )
Alman bir yazarın elinden çıkma hayal gücünün parıltıları Filmde de kendini gösteriyor.

 Konu şöyle:



1766. Grasse, Güney Fransa.

Kalabalık şehir meydanında bir parfüm yapımcısı olan Jean-Baptiste Grenouille’ün (BEN WHİSHAW) hüküm giymesini izlemek için toplanmıştır. Halk zincirlerinden tutulup sürüklenen adamı kalenin balkonunda gördüğünde gürültüyle öldürülmesi için tezahürata başlar.




22 yıl önce. Paris.


Grenouille’in annesi (BİRGİT MİNİCHMAYR) yılın en sıcak gününde şehrin balık pazarının bulunduğu mahallede doğum yapmaktadır. Bu istenmeyen çocucğu çevresinden saklamaya çalışmaktadır. Fakat yeni doğan bebek çıkardığı inanılmaz gürültü sayesinde çevreden yetişenler tarafından annesinin gazabından kurtulur. Çocuk yaşayacaktır fakat annesi çocuğunu öldürmeye çalıştığı için asılarak idam edilecektir.


Grenouille hayatının ilk yıllarını Madame Gaillard’ın (SİAN THOMAS) yetimhanesinde geçirir.. Diğer çocuklar onda bir gariplik olduğunun farkındadılar. Altı yaşına geldiğinde küçük çocuk hala konuşamamaktadır fakat kokular hakkındaki inanılmaz yeteneği ortaya çıkmaya başlamıştır.


13 yaşına geldiğinde Madame Gaillard 10 franka Grenouille’I Grimal’a (SAM DOUGLAS) satar. Grimal bir deri işleme atölyesi işletmektedir. Yaşam şartları cehennemden beter, pis kokulu nitratlar,kokuşmuş postlar içinde geçmektedir fakat bu ortamda hayatta kalmayı başarıp genç bir adam olmuştur.


Paris’e ilk gittiğinde havada hiç tanımadığı yabancı kokuları keşfeder genç adam… Ve bu kokular onu hiç sahip olmadığı olamayacağı hayallerine sürükler… istemeden de olsa bir genç kadının ölümüne sebep olur…



  

Tabi her güzel filmde olduğu gibi beklenilmeyen bir sonla harika bir nokta koyar. Tam kahramanımızın ( Yada katilimizin mi demeliyim xD ) korkunç bir şekilde can vereceğini düşünürken, zekasını bir kez daha ortaya koyarak belki de kurtuluşların en büyük, en şehvetli ve en güzel kokulusunu yapar. Avucunu açtığı anda şehvet kokusunu damarlarında hisseden halk aniden coşup kimseye aldırmadan sevişmeye başlarlar. Düşünün bir katilin idamı için toplanan 2000'den fazla insan var ve bir insanın yapabileceği en güzel kokuyla beklenmedik bir anda karşılaşıyorlar. Onlarda o anda hayvani bir dürtüyle bir birlerine giriyorlar. ( Her manada...) Katil en zekice hamlesini yapıyor böylelikle. Etkileyici bir son...



 


Film boyunca kılıksız dolaşan katilimiz gerçek hayatta bir yakışıklılık abidesiymiş de haberimiz yok.



18 Eylül 2011 Pazar

Öldüren şarkı : Gloomy Sunday ( Kederli Pazar )





Bir cok kisinin olumune sebep olmus Gloomy Sunday sarkisi. Anlatilanlara gore sarkinin huznu dinleyenlerini oyle etkilemis ki, bu sarki yuzunden bir cok kisi intihar etmis. Bestecisinin sevgilisi bir kagida 'Gloomy Sunday' yazip sonra bir sise zehri icmis. Bestecisi ise yillar sonra evinin camindan atlayarak intihar etmis.
yüzlerle ifade edilen insanların ölümüne neden oduğu söylenen şarkı Gloomy Sunday'i hiç duydunuz mu? Bu şarkı bir takım ülkelerde yasaklanmıştır 

Macar besteci Rezso Seress "gloomy sunday" adlı şarkısın 1933'te yapmıştır ve şarkının sözlerini , eski sevgilisine ithaf etmiştir ,ancak şarkı yayınlandıktan kısa bir süre sonra kendisine ithaf ettiği eski sevgili kendini öldürür ve bu şarkı eşliğinde intihar vakaları dalga dalga yayılmaya başlar, bu yüzdende şarkı bir dönem yasaklanır , bu olaylardan sonra bestecimiz kendini nasıl hisseder onu bilemem ama beni çok üzmüştü en azından... 

Adam bi kıza aşık oluyo. kız da adama. kızın ailesi ilişkilerini onaylamıyo. bunlar da bi yolunu bulup kaçıyolar. Sonra işler büyüyo. En sonunda polisler bunların saklandığı yeri bulup kızı zorla alıyolar. Ailesine geri götürürken polisler niyeti bozup kıza tecavuz ediyolar. Olayın ağırlığını kaldıramayan kız intihar ediyo. Sonra da işte malum olay adam bu şarkıyı yapıyo.

Hikaye 1932de basliyor. Macar besteci Rezso Seress zor gunler gecirmekte. Caninin cok ***kin oldugu bir pazar gunu camdan bakarken "What a gloomy sunday..." diyor kendi kendine. Bunu soyledikten sonra piyanosuna donuyor ve bir kac saat icinde adini 'Gloomy Sunday' koyacagi sarkisini besteliyor. Huzunlu melodi uzerine de su melankolik sozleri yaziyor.



It is autumn and the leaves are falling
All love has died on earth
The wind is weeping with sorrowful tears
My heart will never hope for a new spring again


My tears and my sorrows are all in vain
People are heartless, greedy and wicked...

Love has died!

The world has come to its end, hope has ceased to have a meaning
Cities are being wiped out, bombs are making music
Meadows are coloured red with human blood
There are dead people on the streets everywhere
I will say another quiet prayer:
People are sinners, Lord, they make mistakes...

The world has ended!

Seress sarkisi icin bir kac plak sirketini ikna etmeye calisiyor ve sonunda bir plak doldurmayi basariyor. Radyolarda calinmaya baslamasindan sonra, hemen her gun intihar haberleri gelmeye basliyor. Olenlerin bazilarinin olumlerinden hemen once sarkiyi dinlemis olduklarini soyleniyor. Bir kismi cenazesinde bu sarkinin calinmasini vasiyet ediyor. Bir kisminin plak calarinda Seress'in plagi bulunuyor. Bazilarinin hemen yaninda uzerinde Gloomy Sundayin sozlerinin yazili oldugu ya da sadece 'Gloomy Sunday' kelimelerinin oldugu bir kagit bulunuyor. Bir suru intihar vakasi arasinda 14 yasinda bir kiz cocugu ve 80 yasindaki bir adam da var.

Sarki ve efsanesi unlenmeye devam ederken 1944 yilinda Macar Laszlo Javor sarkinin sozlerinin huznunu yeterli bulmuyor olsa ki, kendisi de daha karanlik su sozleri yaziyor ...

On a sad Sunday with a hundred white flowers
I was waiting for you my dearest with a prayer
A Sunday morning, chasing after my dreams
The carriage of my sorrow returned to me without you
It is since then that my Sundays have been forever sad

Sad Sunday

This last Sunday, my darling please come to me
There'll be a priest, a coffin, a catafalque and a winding-sheet
There'll be flowers for you, flowers and a coffin
Under the blossoming trees it will be my last journey
My eyes will be open, so that I could see you for a last time
Don't be afraid of my eyes, I'm blessing you even in my death...

The last Sunday
 
 
Sarki hem guzel hem de bu kadar ilginc bir hikayeye sahip olunca uzerine Ingilizce sozler yazilmasi da cok vakit almiyor. Ancak duydugu intihar haberlerinden korkan BBC yoneticileri sarkinin radyoda yayinlanmasini yasakliyorlar. Aylar sonra ancak enstrümantal hali icin izin cikiyor.

Sarki yillar gectikce hemen her unlu muzisyenin repertuarina giriyor. Yeni ve cok taninmis kisilerden bir kac ornek vermek gerekirse, Heather Nova, Bjork, Sinead O'Connor, Sarah McLachlan. Amazon'da sarkiyi iceren album sayisi su anda 180. Ama tabi bunlarin en unlusu, sarkiyi Sam Lewis'in yazdigi sozlerle ilk kez Ingilizce soyleyen Billie Holiday.

Bu sarki uzerine yakin zamanda cekilmis bir film de var. Yonetmenligini Rolf Schubel'in yaptigi Macar Alman ortak yapimi film, hikayeye Nazileri de katip hikayeyi biraz degistirmekle beraber, izlenilmesini tavsiye edebilecegim bir film. Sarkinin birbirinden farkli bir suru versiyonunu film boyunca dinleyebilirsiniz. Filmdeki sekliyle bu hikayeyi gorunce sahsimin mezhebinin filmdeki kahramanlar kadar genis olmadigini da belirtmek isterim. Bu son cumlenin ne demek oldugunu filmi izlemeyenler icin aciklamayacagim, ama filmi izlemis olanlar beni anlamislardir...



ALINTIDIR...


Bu da filmin efsanevi sahnesi 



15 Eylül 2011 Perşembe

Bir Efsaneyi Diriltmek

Aranızda Dario Moreno ismini duyan çok az insan olduğundan eminim. "Yabancı bir isim, yabancı bir yüz nasıl bileceğim?" diye düşünenler de vardır mutlaka. Siz bilmiyorsunuz ama bu isim çok yakın bir arkadaştı eskiden evlerimize. Türkiye'nin kalbinde doğmuş yetişmiş bir efsanedir Dario Moreno. Şu an eski Türk filmleri ve büyüklerimiz sayesinde kulağımıza aşina olan bir çok şarkının altında imzası vardır bu üstadın.
Şimdi isimlerini söylediğimde kesin hatırlayacaksınız.

- Deniz ve mehtap
- Her akşam vodka rakı ve şarap
- Hatıralar hayal oldu
- İstanbul'un Kızları

Ve daha bir çok şarkıyı evlerimize konuk etti.
Yahudi asıllı Dario Moreno Aydın'da doğdu. İstanbul'da büyüdü. Fransızca dersleri almaya başladı ve Paris'e gidip dünyanın tanıdığı bir isim oldu. Bir çok ödül kazandı. Yıllarca toprağımızın kokusunu dünyaya yaydı. İşte böyle bir efsaneydi Dario Moreno. Bunlar da onu her dinleyişte dirilten şarkıları:

                                                                 

Her Akşam Vodka Rakı ve Şarap



                                     

14 Eylül 2011 Çarşamba

Egzantrik bir kedi çizimi

Garip bir hayal gücüm olduğu apaçık ortada zaten. O da resimlere yansıyınca ortaya böyle şeyler çıkıyor ister istemez. Çizgi karakter işine girsem iyi para kazanabilirim. xD

10 Eylül 2011 Cumartesi

Charlie Chaplin : Sessizliğin arkasındaki mizah

Büyük üstat Charlie Chaplin'i günümüzde bilen insanlar artık günden güne azalmakta. Tarihin mizah sayfalarında ismini altın harflerle yazdıran ulu bir sanatçıdır Chaplin. Onun filmleriyle ve sözleriyle anlatmak istedikleri sadece bir kaç basit komik hareket değil içinde derin anlamlar saklı yaşam kesitleridir.
Halk onu Şarlo olarak tanımıştır. Bu ünlü sözü de mizaha verdiği değeri apaçık ortaya koymaktadır.

"komedi ciddiye alınması gereken ciddi bir iştir " 


Ancak bugün bahsetmek istediğim sadece kişiliği değil onun hayatından anlatılan şu kısa kesit:


" tarih 6 aralık 1942... abd, japon savaş ucaklarının yerle bir ettiği pearl harbor baskınında ölenleri anmak için hazırlanmaktadır. o gün çok ünlü bir sanatçı 'amerikanın sesi radyosundan türkiyeye hitaben bir kousma yapacaktır. on binlerce insan radyoları başında bu konusmayı beklemekteydi. spikerin " dostlarımıza ne anlatacaksınız ?" sorusuna "onlara bir hikaye anlatmak istiyorum. bütün ömrümde işittiğim hikayelerin en güzeli ve en hoşu. bu bir nasrettin hoca hikayesidir. !!!
dünyanın bir ucundan yayına katılan ve tüm dünyanın ayakta alkışladıgı bir sanatcıdan nasrettin hoca adını duyanlar radyolarına biraz daha sokulurlar. konuk başlatır anlatmaya : " birgün hoca evinde oturup kahvesini içerken komşusu odun kesmek için ormana gideceğini ve eşeğini bikaç saatliğine ödünc vermesini ister. hoca "eşeğim yok cocuk onunla pazara gitti" yanıtını verdiği sırada eşek ahırdan anırmaya başlar. komsu "be hoca sen sakalından utanmıyor musun ? ne diye yalan söyledin eşek ahırda " deyince hoca " banamı inanacaksın yoksa eşeğe mi ? " karşılığını verir. "

sanatçı bu sözüyle hitleri eşek yerine koymuştur.

bu açıklamayı yapan o büyük sanatçı şarlo lakabıyla anılan charlie chaplin dir ...

sunay akın'dan alıntıdır... 



Şimdi düşününce gerçekte Nasrettin Hoca ile ilgili gerçekte neler biliyoruz. Tüm dünyanın hayatını ezbere bildiği Charlie Chaplin gibi bir şahsiyet bizim bile fıkralarından başka bir şey bilmediğimiz, ilgilenmek istemediğimiz tarihi mirasımızla bu kadar yakından ilgileniyorsa artık geriye söyleyecek ne kalıyor. Yeri geldiğinde " Biz Osmanlının torunlarıyız. Nasrettin Hocaların Yunus Emrelerin torunlarıyız." diyen milletimiz şu an binlerce yabancı sanatçıyı tanrılaştırıp el üstünde tutabiliyor. Belki de Charlie Chaplin'in vermek istediği tek mesaj Hitler'e değildir. Bize de bir kaç kelime söylemek istemiştir.



Not: Adolf Hitler ile aynı yıl aynı gün hatta yaklaşık olarak aynı saatte doğmuştur. tamamen zıt birer hayat felsefesine sahip olan bu iki insanın birbirlerine olan aşırı benzerliği çok şaşırtıcıdır. ayrıca chaplin ve hitler ikilisinin dünyanın en zeki 10 insanı içinde olduğu iddia edilir.

Şehir Işıkları'ndan ( City Lights ) küçük bir kesit:


9 Eylül 2011 Cuma

Gereksiz Sansür 2



Gerçekten çok başarılı. Nasıl da denk getirmişler öyle hayret doğrusu.

Sürü : Okyanusun İnsanlıkla Savaşı

Bir kitapçıya girdiğimde ilk sorduğum şey bestseller kitaplar olur. Tabi ki başkalarından çok kendi zevkimle de ilgilenen bir insanım ancak birazcık ( gerçekten çok az! ) kıskançlığım olduğunu da itiraf etmem gerek. Birinde bir kitap gördüğüm zaman adeta " Benim O! Bana ait! Kıymetlimisss!" diye içimden çığlık atmadığım bir an dahi yoktur. Bir de harbiden görgüsüzlük var ben de. Kendi kitaplarımın tek sayfasını kardeşime dahi göstermezken, bir başkasının kitabımı oldu okumak için saldırıya geçerim. İşte böyle bir şahsiyetim ben.
Her neyse Sürü'ye gelirsek onunda olayı aynen bu oldu. Gördüğüm yerde aldım. Hem uluslararası bestseller hem 800 sayfa ( Millete havam oluyor xD ) hem de 22 dile çevrilmiş. Hiç elimden kaçar mı? Asla!
Kitap o kadar sürükleyici ki 800 sayfayı 2 günde bitiriverdim. Evet. bu doğru. Tam 2 gün. Öyle hızlı okuduğumdan falan değil. Kitapla tuvalete dahi girdim. ( "Ayy iğrenç" seslerini duyar gibiyim. )
Kitabı bir solukta bitirince arka sayfasında yazılan yorumlara hak vermemek elde değildi.

Kitabın son 10 sayfası verilen bilgiler, yorumlar ve teşekkürlere ayrılmış. İlk okumada verilen bilgilerin çokluğundan bitirince beynin kaos geçirmiş şalterler atmış gibi olduğundan bir kez daha okuyorsunuz. Oku Allah Oku! Hal böyle olunca her ne kadar daha iyi anlamış olsanız da etkisini üzerinizden atmak için güzel bir uyku çekip Okyanusla ilgili kabuslar görmeniz gerekiyor.    Ancak bir hafta sonra " Off be! O ne kitaptı öyle!" cümlesi ağzınızdan dökülebilecektir. Ama korkmayın. Yüreğinizi ferah tutun. Hafızamız o kadar derin bir labirent ki ister istemez etkisinden kurtulacaksınız. Okuyucu olumsuz etkilemek istemiyorum ancak kitabın yarısından sonra yazar ister istemez ateistliğe doğru bir kaç adım attığından ( Bu her bilim kurgunun mutlaka yürümüş olduğu bir yol ) size tavsiyem tarafsızlıkla okumanız. Çünkü kitaptan çok yazarın düşünceleriyle ilgilenmeye başlarsanız alacağınız zevk de aynı derece azalacaktır.
Sözü daha fazla uzatmadan kitabın " Dev bütçeli bir film gibi olan" konusuna gelelim.
Bu kitapta siyah ve beyaz yok. Kesin İyi veya kötü olarak tanımlayacağınız kimse yok. Çünkü elimizde bir çok kahraman var ve bu kahraman dolaylı yada direk bir şekilde sorunun ve çözümün parçaları. 
Elimizde bir suç var. Denizler yok olmak üzere. Dünya yok olmak üzere. Bunun sebebi de tabi ki insanlar. Sorun büyük anlayacağınız. Durum böyle olunca dünyayı insanlardan kurtarmak için doğanın ayaklandığını görüyoruz. Ben şahsen sudan tırsan bir insanım. Kitabın esas konusu okyanusun altındaki kadim canlıların bir araya toplanıp insanlara saldırmaya başlaması da olunca   kendinizi korkunç kabuslar görmekten alamıyorsunuz. Politikacıdan tutun profesörüne, bilim adamından yerlisine kadar bir çok farklı insanın bir araya toplanıp sorunu çözmeye çalışmasına şahit oluyoruz. Ama esas olay sorunu çözmekte değil kendimizi yani insanlığın aç gözlülüğünü yenmesinde. İnsanlar ikiye ayrılıyor. Politikacılar ve askerler bir yanda, diğer yanda ise bilim adamları ve doğacılar. Sadece okyanusla savaşmak yetmiyor kendimizle de savaşmaya başlayınca sonun başlangıcına sadece saniyeler var ve tek yol okyanusun derin karanlığı. Düşünmesi bile korkunç.

Beni en çok etkileyen cümlelerden biri de şuydu. 
" Uzay hakkında yanıp tutuşurken okyanusları es geçeriz. Oysa ki ay hakkında bildiklerimiz okyanusların derinlikleri hakkında bildiklerimizden daha fazladır."
Eğer durum buysa bir kez daha düşünmek istiyorum. Kitabı okuyanlar direk okyanus altına bir keşif gezisi düzenlemeyi düşünürken ben banyoda yalnız kalmaktan bile korkmaya başladım. Size iyi okumalar.


8 Eylül 2011 Perşembe

Donnie Darko : Garip bir bilimkurgu

Bugün enteresan bulduğum düşündükçe daha kaliteli gelen seksenlerin sonunda geçen bir bilim kurguyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Kahramanımız Donnie Darko adında duygusal problemli bir genç. Psikolojik yardım alan ve her sabah uyandığında kendini umulmadık yerlerde bulan sorunlu bu arkadaşımız bir gün bir tavşanla karşılaşıyor.
Evet, bir tavşan... Düşünüyoruz bilim kurguda tavşanın ne işi var. Başlarda bu tavşan olayını o kadar saçma bulmuştum ki "bu işin sonu dünyayı tavşan istilasından kurtarmak olacak her halde." diye düşünüp yarım bırakmayı dahi kafaya koymuştum ancak film bir noktadan sonra o kadar akıcı oluyor ki bir süre sonra "cidden korkunç bir tavşan" diye rüyama girer diye korkmuştum. Fakat hiçbir şey bizim düşündüğümüz kadar basit değil. Filmin başından sonuna kadar her ayrıntı bizi sonucun mükemmelliğine götürüyor. İlk dakikadan son ana kadar bir seçenekler yığını ve yapılmış seçeneklerin ulaştığı sonuç bizi her bir kareyi düşünmeye itiyor. Eğer bu olmasaydı şu olmayacaktı v.b... Filmin bir diğer garip noktasıysa bana göre, Donnie'yi film boyunca hiç bir kahraman gibi düşünmemiştim. Hatta şu replikten sonra bile:


Sevgilsinin: " Donnie Darko... Bu nasıl bir isim böyle? süperkahraman adı gibi... " diyip,
Donnie Darko´nun şu cevabı vermesi: " sana öyle olmadığımı düşündüren şey ne? "

Filmin başında gördüğümüz o sorunlu delikanlı sevgilisi için bir adam öldürecek noktaya geliyor. 
Bir çok ünlü oyuncunun da aynı film içinde toplanması kaliteyi yükselten bir çıta görevi görmüş. Tabi bu demek değil ünlü oyuncuların oynadığı filmler iyi olmak zorunda.
Filmde Okulun başarılı öğretmeni Drew Barrymore, Donnie Darco ( Jake Gyllenhaal )'nun kız kardeşi rolünde gerçek kardeşi Maggie Gyllenhaal ve Donnie'ye yol gösteren fizik öğretmeni Kenneth Monnitoff rolünde Noah Wyle. Ve bir döneme damgasını vurmuş efsane Patrick Swayze.
Donnie Darko, paralel evrenler, solucan delikleri, telekinezi, astral yolculuk gibi bir çok konuyu içinde barındırıyor. Filmi izleyenlerin %60'i anlamadıklarından tavsiyem izlemeden önce bu kavramları araştırmanız. İyi seyirler...

                         

Bu da korkunç tavşanımız. Adı Frank. Tavşanın da baştan sona kadar olan olay örgüsü içinde önemli bir görevi var. Kaçırmayın.


7 Eylül 2011 Çarşamba

V for Vendetta... Freedom! Forever!


Bu filmle ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki hangi birini söylesem bilemiyorum. Replikler, sahneler ve oyunculuk... Sanki hepsinin üzerinde bir yarım asır çalışılmış gibi muhteşem. Natalie Portman ve Hugo Weaving'in oyunculuklarının zirveye çıktığı bir yapım. Öyle ki Hugo Weaving'in canlandırdığı V karakterinin yüzünü film boyunca bir kez bile görmememize rağmen V'yi sanki tanıyormuşçasına içimize işletiyor. Muhteşem derin sesiyle de fikir kavramını en uç noktalarıyla anlamamızı sağlıyor.
Peki kim bu V?
Hükümet halk üzerindeki otoritesini sağlamak için kendi ürettiği bir salgını ülkenin su içme tesislerine yayıyor. Böylece kadın yada çocuk demeden binlerce insanın ölmesine neden oluyor. Halkın önüne de iki şık sunuyor. " Tanrının kurallarına karşı geldiğiniz için ölüyorsunuz. Ya dindar olur bizim partiye oy verirsiniz. ya da ölmeye devam edersiniz." Bu andan sonra hükümet kendi salgınının ilacını yine kendi veriyor. "Bakın biz dindarız, tanrının yolundayız. Tanrı o nedenle bizi iyileştirdi." imajını yayarak insanları kendi çatısının altında topluyor. Ve Tanrı rolüne soyunarak inançlı olmadığını düşündüğü kişileri bir bir aforoz ediyor. Aforoz adı altında topladığı bu insanları birer denek hayvanıymışçasına işkence ve tıbbi deneylere maruz bırakıyor. Bu kişilerden biri de V. Üzerinde oynanan deneyler sonucu hastalığı yenen ve kendi savaşını başlatan V. Deneylerin yapıldığı laboratuvar aniden patlayınca V de alevler içinde kalıyor ancak ölmüyor. Bu yaralar nedeniyle de film boyunca maske ile dolaşıyor.


 bu maskenin altında bir yüz var...
ancak benim değil.
ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz...
ne de altındaki kemiklerden.
bu maskenin altında
etten daha fazlası var.
bu maskenin altında
bir fikir var!
ve fikirler kurşun geçirmez!..

Geri döndüğünde halkın tamamen hükümet tarafından robotlaştığını görünce kusursuz bir planla karşımıza çıkıyor. Her anını ayrı ayrı hesapladığı bu plan bir saat gibi bir yıl boyunca hiç durmadan işliyor. Bu yolda ilerlerken kader onu Evey ( Natalie Portman) ile karşılaştırıyor. Yani fikri değil maskenin ardındaki adamı gören kadınla... Filmin başında şu cümleleri duyuyoruz.

"Fikirler soğuktur. Fikirleri sevemezsiniz. Onlara aşık olamazsınız." Herkes V maskesini takmış yollara dökülürken Evey o maskenin ardındaki adamı düşünüyordu. Son anda bile onun yolu ve misyonu için savaştı o kadın.

İşte filmden replikler:


--Sapkın, eski niyetler bile kutsal kitaptan çalınırken, ben en çok şeytanı oynarken aziz gibi görünürüm. 
--Korku, bu hükümetin esas aracı haline geldi. 
--Kurşunlarınız var, ancak silahlarınız boşaldığında ölmüş olmamı ümit edin. Şayet ayakta kalırsam silahlarınızı dolduramadan ölmüş olursunuz. 
(Defalarca kurşunlandıktan sonra) Sıra Bende. 
--Bu maskenin altında etten daha fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, Bay Creedy. Ve fikirlere kurşun işlemez. 
--hayır,lütfen... Bu maskenin altında bir yüz var, ancak o ben değilim...bu maskenin altında kaslar var ve ardında kemikler... 
--İşte! İlk kez ben de nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti, nefret dünyamı sarmıştı,nefes almam bile nefret doluydu.. Vesonra bir şey oldu,sana olduğu gibi... 
--Burada 872 tane şarkı var... Hepsini dinledim, ama hiç biriyle dans etmedim. 
--dans edilemeden yapılan devrim yapılmaya değer değildir. 
--Tanrı gibi ben de işimi şansa bırakmam ve rastlantıya inanmam. 
--Bu yüzden kötülüğün üstüne şeker serpeceğiz. 
--Ama böyle vukuatlı gecelerde doğru yerlere vasıl olduğum için kendimi size tiyatral bir varlık olarak sunma gereğini duyuyorum. Voila! Karşınızda basit bir vodvil gönüllüsü var, vicdanın hem kurbanı, hem de katili olarak savaşan bir gönüllü. Yüzümdeki bu maske vasat bir görüntü yaratmak için varolan bir kostüm parçası değildir. 
--Verilecek tek karar intikamdır. Bir kan davası, ve bir amacı var boşuna değil. Değerler ve dürüstlük vakti geldiğinde kazanacak, ve zulüm son bulacak biliyorum. 
--Uzmanlık alanım ritm sazlardır ama bu gece bütün bir orkestrayı kullanmak niyetindeyim. Bana katılırsan büyük onur duyarım. 
--Ama Sabret Bu müzik adalet için çalacak ve ben bu konçertoyu bizden alındığı günlere ithaf ediyorum ve adalet gözettiğini sanan sahtekarlara tabiki. 
--Hatırla, hatırla, 5 Kasım gününü hatırla, patlamayı, ihaneti ve komployu, bu ihaneti unutmak için hiçbir neden bulamıyorum. 
--Burası evim, ben gölge galerisi diyorum. 
--Çalmak malın sahibinden olur. Eleştirenden çalamazsın, benim yaptığım temizlemekti. 
--Seni orda bıraksaydım şu anda Creedy nin sorgu hücresinde olurdun, tutuklarlar, işkence ederler ve beni bulmak uğruna belki de öldürürlerdi. Yardımından sonra seni bırakamazdım, bende seni güvenli olabileceğini düşündüğüm tek yere getirdim, evet, evime. 
--İnsanlar hükümetlerinden korkmamalı, hükümetler insanlarından korkmalı.
--Binalar semboldür, yok etmenin bir sembolü. Sembollere insanlar güç verir, tek başına semboller anlamsızdır, ama yeterli sayıda insanla, binaları(sembolleri) havaya uçurmak dünyayı değiştirir. 
--Şiddet iyi yönde kullanılabilir. 
--seni on dakika önce öldürdüm. 
--Ve sen bütün alçaklığımı ortaya çıkardın ve yine sen kutsallığı kullanarak eziyet ettin. Aziz kılığına girerek şeytanın rolünü üstlendin.( Piskopos: Lütfen merhamet et!)Bu gece olmaz, piskopos bu gece olmaz. 
--Gerçeklerin gücünü bildiğim sürece kainatı bile fethedebilirim...

The Good, The Bad and The Ugly ( İyi, Kötü ve Çirkin )


Yapım yılı 1966. Bir italyan - ispanyol yapımı filmle karşınızdayım. İtalyanca adı Il buono, il brutto, il cattivo olan film İMDB'nin tüm zamanların en iyi yüz filmi arasında gösterilmektedir. Ben de bu muhteşem filmle yeni karşılaştım. İnanır mısınız bilmiyorum ama günümüzün binlerce dolarlık filmlerine bin basan bir yapım olduğunu söyleyebilirim.
Elimizde lakaplarını hakkıyla oynayan üç kahramanımız var. İyi, kötü ve çirkin... Üçü de birbirinden manyak bu üç arkadaş aynı paranın peşine düşerse ne olur?
Western filmlerini az çok hepiniz biliyorsunuzdur. Vahşi Batı'nın kucağında, çölün kızgın kumlarının üstünü adımlayan gözü pek kovboylarımız filmin başından  sonuna kadar bizi şaşırtmaya devam ediyorlar.
Sergio Leone'dan efsanevi bir yapım.



The Good'u canlandıran muhteşem Clint Eastwood'un kariyerinin zirve yaptığı bir başyapıt. Film boyunca ismini asla öğrenemediğimiz sadece Blondie (sarışın) takma adıyla anılan 'iyi' ve The Ugly'i canlandıran Eli Wallach kısaca adı Tuco Benedicto Pacifico Juan Maria Ramirez olan arkadaşımız Tuco beraber çalışan iki hayduttur. Filmin başında Tuco onlarca suçtan dolayı aranan, Sarışın da onu şerife teslim eden iyi bir kovboy olarak görünürken bir sonraki sahnede bu ikisinin beraber çalışan iki haydut olduğunu görüyoruz. İyi, Çirkin'i yakalar, O'nu adalete teslim eder daha sonra ise boynuna geçirilen ipten onu kurtarır. Böylece şeriften aldıkları paraları paylaşırlar. Günlerini mutlu mesut geçiren ikilimiz bir gün yollarını ayırırlar. Çünkü İyi artık Çİrkin'in daha fazla para etmeyeceğini düşünür ve onu çölün kızgın güneşinin altında aç susuz viran halde bırakıverir. Ama unuttuğu bir şey vardır. O da Çirkin... Çirkin lakabını hak eden ve kimsenin ona borcunu ödemeden gidemeyeceği bir adamdır. İyi'yi bulur ve kendisine uygulanan muameleyi aynen ona uygular. İyi ölüm haline gelmişken ve Çirkin'in silahının namlusu alnındayken uzaktan bir posta arabası görünür. İçi ölü adamlarla dolu olan posta arabasında tek bir sağ vardır. O da Bill Carson...



Gelelim şimdi The Bad'i canlandıran ve kötülüğün ayaklı timsali olan zalim Sentenza'ya. Para karşılığı adam öldüren Melek Göz Lakaplı Lee van Cleef içlerinde belki de lakabını en çok hak eden. Her ne olursa olsun aldığı paranın karşılığını fazlasıyla veren bir hayduttur. Kötü yaptığı bir iş sonucu 200.000 dolar değerindeki altının Bill Carson lakaplı bir haydut tarafından kaçırıldığını öğrenir. İşinin ehli haydutumuz Bill'i bulmak için yollara düşer. Ancak ne şans ki Bill çoktan ölmüştür ve son konuştuğu kişiler de İyi ve Çirkin'dir.

Bu dakikadan sonra İyi, Kötü ve Çirkin'in arasındaki düelloya şahit oluyoruz. İyisi mi devamını anlatmayayım. Biraz merak edin.



3 Eylül 2011 Cumartesi

Çizgi çalışması


Çok eskiden yapmış olduğum bir çizgi çalışması içinde ismim ve Resim hocamın adı da gizli belki bulabilirsiniz. Birçok şey saklamaya çalıştım içinde. Umarım anlamlandırabilirsiniz.