film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2020 Salı

Le tout nouveau testament - Yeni Ahit

Ne zaman öleceğinizi bilseydiniz ne olurdu?



Gerçekten izlenilmesi gereken filmler arasında. Farklı bakış açısı ve trajikomik halleriyle düşündüren güzel bir yapıt. İzleyin izletin efendim.

Video: moviesandpeliculas instagram sayfasından alıntılanmıştır.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Muneca - Rüyaların ötesinde Kadın



Rüyalar günlük hayatta gördüklerimizin yansımalarıdır. Zihnin karanlık dehlizlerinden süzülüp hislerimizi ve bütün kayıplarımızı içinde barındıran rüya alemine 3 dakikalık bir göz atmayla sanatını konuşturan İsviçreli yönetmen Sergio Herencias bu harika baş yapıtıyla gösterime girdiği bütün festivallerden övgü alarak ayrılmıştır.

Kadının günlük hayatta yaşadığı sadist baskılar ve zulümleri rüya aleminden realiteye uzanan bir metaforlar dizisi olarak önümüze sunan bu kısa film belki de sanal dünyadan çok gerçek dünyaya yakışan, kendi sınırlarını aşan bir köprü görevi görmektedir. Kadının ezildiği, hor görüldüğü ve güçsüzlüğüyle kullanıldığı her an filmde bir detay olarak nakış nakış işlenmiş.

Müziğiyle de insanı derinden etkileyen bu yapımı izleyin, izletin.







9 Ağustos 2014 Cumartesi

Ah bir zengin olsam...


Mutlaka hepimizin hayatının bir anında diline dolanmış olan bu şarkının kökenini hiç merak etmiş miydiniz? Aslında ben de pek merak etmemiştim. Ta ki bu güne kadar...

Rothschild ailesini duyanlar ellerini aldırsın. Duymayanlar ise google amcaya güzel bir merhaba desin. Rothschild ailesi kökeni yüzyılları aşkın zengin bir aile. Yahudi asıllı bu alman ailenin kardeş bağıyla ingiltere ve avusturya ile de ilişkileri de mevcut. Ailenin kişisel tarihine girmek gereksiz ancak şarkının geliş noktası bu aileye dayandığından bir kaç cümle etmek şart. Rothschild'lar günümüz dünyasında Hz. Süleyman'ın servetine yakın bir zenginliğe sahipler. O kadar zengin o kadar güçlüler ki bu paranın üstüne her gün milyonlar bindiği için tam tutarından kendilerinin dahi haberi yok. Elinize bir demir para alın ve düşünmeye başlayın. Paranın geldiği yeri düşünün. Bu geri gidişlerin sonunda o paranın bir ucu mutlaka Rothschild ailesine değmiş olacaktır. Belki büyük bir şirket, belki ünlü bir marka...




Gelelim şarkımıza.. Yahudi müzisyen Sholem Alichem tarafından 1902'de "Ven ikh bin a Rothschild" adıyla yiddish dilinde yazılmıştır. Anlamı aslında Eğer bir Rothschild olsaydım. Damdaki Kemancı (1964, Fiddler on the Roof) müzikalinde kullanılarak adını duyurmuştur. Müzikal ABD tarafından yine Damdaki Kemancı adıyla filme 1971 yılında çevrilmiştir ve şarkı "İf i were a rich man"e dönüşmüştür. Filmin 1972 yılında Hulki Saner tarafından Türkiye'de çekilmiş bir versiyonu da bulunmaktadır. Ah, si j'etais riche!, şarkının aynı adlı filmde (2002) kullanılan Fransızca versiyonudur. Gwen Stefani tarafından İf i was a rich girl (2004) olarak seslendirilmiştir.
60'lı yılların sonunda Hasret adlı albümünde Ah bir zengin olsam Tanju Okan'ın muhteşem sesiyle bizleri selamlamıştır. Ve böylece klasik yeşilçam Ah bir zengin olsam filmiyle de hayatlarımıza girmiştir. 1999 yılında Hülya Avşar'ın bulunduğu dizide yine aynı isimle kendini hatırlatmıştır.

Şarkının kökenini araştırırken Damdaki Kemancı müzikalinin konusunun Atv'deki Elveda Rumeli dizisine uyarlandığını da öğrenmiş oldum.

Şarkının değişik versiyonları sizlerle...

Yiddish:



İngilizce:



Türkçe:



Fransızca:



Polish:



İspanyolca:

6 Temmuz 2014 Pazar

The Double ( Öteki ) - Modern zamanlarda bir Klasik




Bu filmin posterini uzun zamandır görüyordum. Beni çeken bir şeyler olduğunu biliyordum. İki saat önce sonsuz kararsızlığımı kırıp filmi izledim ve iyi ki de izlemişim dedim.
The Double ünlü yönetmen Richard Ayoade'nin zihninden, modern zamanların 2013'ünde çıkmış ama sanki Kubrick'in imzasını attığı bir kült film olma bahtiyarlığına erişmiş gibi, geldi ve daracık zihinlerimizi eski havasıyla genişletti. Jesse Eisenberg'in izlediğim 4. filmi ve açıkça söylemek gerekirse bu denli başarılı bir oyunculuk gerçekleştireceğine inanmıyordum. The Social Network, Now You See Me, Zombieland filmlerini izlemiştim ve keyif de almıştım ancak bunlar zaman öldürmek yada arkadaşlarınla birlikte izlenebilecek filmlerdi. Oysa The Double, senaryosunun Dostoyevski gibi büyük bir yazarın elinden çıktığı kült bir film, kesinle ailecek yada arkadaşlarla izlenebilecek basit bir film değildir. İmkanı yok yapamazsınız. Siz filmin barındığı anlamlarda, sonsuz bilinçaltı dehlizlerinde gezerken arkadaşlarınızın size cevabı bol bol somurtmak ve sıkılmak olacaktır.



 Mia Wasikowski 'nin filmi olduğunu bilseydim çok daha öncesinde izlemiştim. Özellikle Stoker, Madam Bovary, Alice in Wonderland gibi farklı filmlerde karşıma çıksa da yeteneği aşikardı. 
Çoğu konu ağırlıklı filmde ünlü oyuncular tercih edilmez çünkü karakterin ününün konuyu aşması bir diğer deyişle önünü kapatması istenmez. Konu ağırlıklı böyle bir filmde ismi çoktan duyulmuş bu iki karakteri görmek beni gerçekten şaşırttı. Ama belki de yönetmen bu gerçeğin farkında olduğundan filminin ismini duyurmak istedi. Ki oyuncuların yeteneği göz önüne alındığında yaptığı seçimlerin kalitesi yadsınamaz.



Filmin konusuna gelecek olursak Simon James insanların görmezden geldiği, içine kapanık, güçsüz bir adamdır. 19xxlerde, yaşlı ve karanlık bir dünyada kapana kısılmış, annesinin bile aşağıladığı Simon 7 yıldır bir fabrikada çalışmaktadır ve fabrikadaki insanlar ne yüzünü ne de ismini hatırlamaktadır. İş yerine her gidişinde ziyaretçi kartı imzalamak zorundadır, sevdiği kıza bir türlü açılamamaktadır ve restoranlarda siparişi ya yoktur ya da zamanında gelmemektedir.  Yaşadığı dünya o kadar karamsar ve karanlıktır ki her mahallenin kendine özel intihar timi vardır. Görmezden gelinmek, hayalet gibi yaşamak ve görüldüğü nadir anlarda aşağılanmak o kadar rezil bir duygu ki dayak yese, zorbalık görse belki daha az üzüleceksiniz. Sevdiği kızın tam karşı binasında otururken gizlice onu izlemesi ve yakaladığı nadir fırsatlarda konuşma yetisini kaybetmesi hayatın ona attığı kazıklardan sadece biridir. Bu Simon James öyle bir adamdır ki asansöre binse çalışmaz, inmeye kalksa kapı kapanır.



 Bu çaresiz yalnızlığın ve kaybolmuşluğun arasında Simon James bir gün James Simon adında biriyle tanışır. James, Simon'ın aynadaki yansıması gibi görünse de karakterleri arasında kocaman uçurumlar vardır. Simon restorandaki garsona bağırmanın etik bir davranış olmadığını düşünürken, James siparişini zamanında alır. Simon hazırladığı raporları patronuna bir gün gösteremezken James patronun halefi olur. Simon işçi kartıyla kapıdan geçemezken James'in tek bir gülümsemesi ona bütün kapıları ve bütün kadınları açar. Simon ilk başlarda bu arkadaşlıklarından eğlense de daha sonrasında eskisinden daha kötü bir hayatın içine çekildiğini fark eder. Çünkü James, Simon'ın yüzünü kullanmaya başlamıştır. Simon, James için yetenek sınavına girerken James onun kız arkadaşını çalar. Bir süre sonra Simon'ın şu şekilde bağırdığını duyarsınız: "İnsanım ben, fuckers, ben varım!"
Filmin sonunu sizlere bırakıyorum.
İzlemek isteyenler aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilir.
http://unutulmazfilmler.com/the-double-oteki-k2.html

18 Haziran 2014 Çarşamba

Dorian Gray : Kötülüğün Portresi


Dorian Gray... Oscar Wilde'ın basılmış tek eseri belki de klasikler arasındaki en iyi roman olmaya aday. Bu biraz da estetik zevk duygusuna ve kötülüğe ne yönden baktığınızla alakalı. Ruhu bir resme hapsolmuş genç ve güzel bir adamın sonsuz hazzı arayışını anlatan, hedonizmin, cinselliğin, kötülüğün, narsizmin sınırlarında gezen, doğal olduğu kadar da cüretkar bir roman. 
Roman 1980 yılında basılmış ve ister birebir ister uyarlamalı olsun bir çok filmi de mevcut. 1945, 1970, 1973, 2004 ve 2009 yıllarına ait olan filmler arasında en beğendiklerim sırasıyla 2009 ve 1945 oldu. 1890ların Londra'sında geçen hikaye 1970 ve 2004 yıllarında günümüze uyarlanmaya çalışılmış ve tam bir rezalette sonuçlanmıştır. Bu tabi benim şahsi kanaatim ancak Dorian Gray'i günümüz dünyasına saldığımız da estetikten uzak ve tamamen sapıkça bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Klasik müzik eşliğinde, tarihin parıltıları arasında, süslü balolarda, lord ve leydilerle elinde şarap gülümseyen Dorian Gray gençliği ve güzelliği ile herkesi canlı bir tablo gibi kendine hayran bırakırken, 1970 yılında altında kot, üstü çıplak, boynunda sırıtan bir fularla poz veren Dorian Gray homoseksüel bir dergiden fırlamışçasına yavan kalıyor. Filmi izledikten sonra yaptığım araştırmada ilginç bir şeye rastladım. Serinin dizisi var ancak tamamen ses halinde. Nasıl derseniz, şöyle anlatayım. Big finish adlı sitenin dağıtımını yaptığı ve telif haklarına sahip olduğu dizi aynen bir şarkı listesi gibi bölüm bölüm olarak satılıyor. Ve seslendirenler de yine ünlü oyuncular. Dizinin 1. bölümünden trailer :

          




Kitabın ve filmlerin ortak konusuna dönersek size Dorian Gray adında güzel bir erkekten bahsetmem gerekir. Dorian asil bir lordun torunudur ve büyükbabası öldükten sonra küçük bir kasabadan Londra'ya gelir. Basil yetenekli bir ressamdır ve her sanat aşığına olacağı gibi o da Dorian'ın sahip olduğu bu gençlik, güzellik ve masumiyet karşısında şuurunu yitirir, Dorian'ı izleyerek geçen günler sonunda ortaya gerçeğine tıpatıp benzeyen bir tablo çıkartır. Harry, Basil'in karamsar, hedonist, yoldan çıkmış bir arkadaşıdır. Dorian'ı gördüğünde ona kimsenin sahip olmadığı iki muhteşem şeye sahip olduğunu söyler: Gençlik ve güzellik...Dorian, Harry'nin rehberliğinde hazzın ve cinselliğin tavan yaptığı Londra gecelerine uzun bir yolculuğa çıkar. Basil Dorian'a hayran hatta aşıktır ama günler geçtikçe Dorian'ın ağzından Harry'nin cümlelerine duymaya başlar. Dorian öyle bir duruma gelmiştir ki Basil onu uyarır: "Harry'nin ağzından çıkan her cümleye inanma. Çünkü o inanmaz." Gerçekten de durum böyledir. Harry kendince Dorian'na bir erkeğin haz peşinde koşmasının doğruluğunu öğretir ancak hiçbir zaman sınırlarını aşmamıştır. Dorian ise gün geçtikçe kötülüğe batar. Londra'ya yeni geldiği günlerden bir gün Harry, Basil ve Dorian bir konuşmalarında estetik zevkten bahsederler. Basil güzelliğin geçici olduğu için değerli olduğunu dile getirmiştir. Bunun üzerine Dorian resmine bakıp sonsuza kadar o tablodaki gibi genç ve güzel olmak için ruhunu şeytana satabileceğini söylemiştir. Tüm bu haz ve karanlığın yolculuğunda ilerlerken Dorian tek bir gün dahi yaşlanmamıştır. Tablo ise çürümüş, eskimiş ve günah dolu bir ruha ev sahipliği yapmıştır. 
Sonunu siz sinemaseverlerin takdirine bırakıyorum. 1945 versiyonunu izlerken beni şaşırtan ve çok mutlu eden bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Film Ömer Hayyam'ın bir rubaisi ile başlıyordu. Bahsettiğim rubainin önce ingilizcesine rastladığımdan türkçesini bulmak zor oldu. 66 numaralı rubaiyi sizlerle paylaşmak istiyorum ancak ingilizce versiyonunu daha çok beğendiğimi söylemekten biraz utandığımı da ifade etmek isterim.

Hep  arar dururdum, dünyaya geleli,  
Alın yazısı, cenneti, cehennemi.  
Hocam kesti attı, sağlam bilgisiyle:  
Alın yazısı, cennet cehennem sende, dedi. 

"I sent my soul through the invisible, 
some letters of that after-life to spell, 
and by and by my soul did return, 
and answered, 'I myself am Heaven and Hell.'"


not: filmin soundtrack listesinde olan ve beni kendine hayran bırakan bir vals ile sizi baş başa bırakıyorum.

16 Ağustos 2013 Cuma

Some Like It Hot ( Bazıları Sıcak Sever ) - Muhteşem Ötesi



Billy Wilder'in muhteşem ötesi filmi... İnanılmaz komik... Ayakta alkışlıyorum. Replikleriyle çıtayı o derece yükseltmiş ki bu filmden sonra aynı kaliteye ulaşılabilir mi bilmiyorum. İlk 15 dakikası "Sıkılma! Birazdan güzel olacak! Sakın ilerletme!" şeklinde kendime kontrol telkini uygulayarak geçti. 15. dakikadan sonra "Daha fazla gülersem komşular evi basacak!" korkusuyla yankılandı. Kahkahalarım, yalan değil, gecenin 4.14'ünde bütün binayı salladı. 1959 yılı, bu filmi şimdi yapsalar bu denli güler miydim bilmiyorum. Belki de o eski filmlerin sıcaklığı, o dönemin samimiyeti beni etkiledi. Beklenmedik bir anda çarptı. Gerçekten beklemiyordum. İlk dakikaların sıkıcılığından, bir de bana has kontrol dışı ilerletme bağımlılığımdan, çok zor geçti. Ama sonra zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim. İzleyin, İzletin!


Konu unutulmazfilmler.com'dan geliyor efendim.

Kariyerlerinde zorlanan iki Chicago’lu caz müzisyeni Joe ve Jerry 1929’da yaşanan bir katliamın iki tanığı olmuş, kendilerini gören gangsterlerden de canları pahasına kaçmışlardır. Kasabayı terk etmek ve yeni bir iş aramak durumunda kaldıkları için Miami’de bir kadınlardan oluşan bir müzik grubuna katılıp gizlenmek onlara fazlasıyla cazip gelmiştir. Kadın gibi giyinip Josephine ve Daphne adını alan ikilinin önlerinde atılmak üzere oldukları oldukça tuhaf bir serüven vardır. En iyi yönetmen, senaryo, erkek oyuncu ve görüntü yönetimi dahil altı dalda Oscar’a aday olan Billy Wilder filmi kostüm dalında ödülü kazanmayı başarmıştı.


Herşey bu kadar değil elbette. Bizim Joe kendi çapında bir Don Juan. Kızları etkilemesiyle ün salmış. Sugar  (Şeker) ile konuşurken onun saksafon çalan erkeklere bağımlı olduğunu, kendini bu illetten kurtarmak için kızlar orkestrasında ukulele çaldığını öğreniyor. Hazır Florida'ya gelmişken kendine milyoner bir koca bulmak isteyen Sugar'ın karşısına, zengin varis kılığında çıkıyor. Bu tanışmadan sonra, film boyunca tek bir kez duyulan 'Some Like It Hot' cümlesi ekrana geliyor. 



Daha bitmedi. Jerry de Daphne adıyla erkeklerin kalbini çalarken zengin playboy Osgood'u cazibesiyle delirtir. Bizim Joe Sugar'ı "yatım var" hesabıyla kandırırken, playboy Osgood'u yatından uzaklaştırmak Daphne'nin görevidir. Buluşmanın sabahında öyle bir sahne ekrana gelir ki gülmekten izleyenler sandalyesinden düşer. ( Örneğin ben :) ) Geceki tangonun heyecanından sıyrılamayan Jerry yatakta dans etmektedir. O an Joe pencereden odaya girer. Replikler şöyle:

Joe: Ne oldu?
Jerry: Ben nişanlandım.
Joe: Tebrikler. Kim bu şanslı kız?
Jerry: Benim.
Joe: Ne?!
Jerry: Osgood evlenme teklif etti. Düğünü haziranda planlıyoruz.
Joe: Sen neden söz ediyorsun. Osgood ile evlenemezsin.
Jerry: Sence benim için çok mu yaşlı?
Joe: Jerry ciddi olamazsın.
Jerry: Hep kızlarla evlenip duruyor.
Joe: Ama sen...sen kız değil, erkeksin. Bir erkek niçin senle evlensin ki?
Jerry: Emniyet için.
Joe: Jerry uzan iyi değilsin.
Jerry: Bana çocukmuşum gibi davranma! Aptal değilim. Sorun var biliyorum.
Joe:  Tabi sorun var.
Jerry: Sorun annesi. Onun onayını almalıyız. Sigara içmediğim için endişelenmiyorum.
Joe: Jerry bir başka sorun daha var.
Jerry: Ne gibi?
Joe: Balayında ne yapacağınız gibi.
Jerry: Onu tartışmıştık. O Rievera'ya bense Niagara Şelalelerine gitmek istiyoruz.
Joe: Jerry delirdin mi? Bundan paçayı sıyıramazsın.
Jerry: Devam etmesini ummuyorum. Zamanı gelince ona söyleyeceğim.
Joe: Mesela ne zaman?
Jerry: Mesela törenden hemen sonra. Çabucak boşanırız. Bana güzel bir nafaka bağlatır. Ben de her ay o nafaka çeklerimi alırım.
Joe: Jerry dinle beni. Yasalar var. Olmaz bu.
Jerry: Joe, bu bir milyonerle evlenmek için son şansım.
Joe: Jerry, nasihatımı dinleyecek misin? Her şeyi unut, tamam mı? Sadece kendine bir erkek olduğunu söyle. 
Jerry: ( Üzgünce ) Ben bir erkeğim.

 

Filmin son sahneleri... Joe ve Sugar botun arkasında mutlu sonlarını yaşarken Osgood ve Jerry öndeler.
Replik şöyle: 

Osgood : Annemi aradım. Öyle mutlu oldu ki ağladı. Onun gelinliğini giymeni istiyor beyaz dantelden.
Daphne : Osgood, annenin gelinliğini giyerek evlenemem. O ve ben aynı şekilde yaratılmamışız.
O : Gerekirse tadilat yaparız.
D : Hayır, olmaz. Osgood sana karşı dürüst olmalıyım. Biz evlenemeyiz.
O : Neden?
D : Şey… Birincisi ben doğal sarışın değilim.
O : Önemli değil.
D : İkincisi, sigara içiyorum.
O : Umurumda değil.
D : Korkunç bir geçmişim var. Üç yıldır bir saksafoncuyla yaşıyorum.
O : Seni affediyorum.
D : Asla çocuğum olmayacak.
O : Evlat ediniriz.
D : Anlamıyorsun Osgood. Ben bir erkeğim.
O : Sıkma canını. Kimse mükemmel değildir.




Trailer:

                          

Marilyn Monroe...Hayal kadın...







Josephine ve Daphne... :)






27 Temmuz 2013 Cumartesi

Guguk Kuşu ( One Flew Over the Cuckoo's Nest )


Bu yazıyı yazmak için, bu muhteşem filmi anlatmak için çok uzun bir süre bekledim. Duygularımı nasıl ifade edeceğimi bulana kadar bekledim. Guguk Kuşu her ademoğlunun izlemesi gereken 1975 yapımlı bir film. Kitap uyarlaması olmasına rağmen barındırdığı yoğun hissiyatları sinemaya çok iyi aktarmış. Bunun için yönetmen Milos Forman'a ne kadar teşekkür etsek az. Ve Jack Nicholson... Bu adam var ya bu adam... Adam gibi adam... Yaptığı işe oyunculuk demek kalitesine hakarettir. Bu adam rolünü yaşar, bir külçe altın değerindeki hayatları önümüze sunar. Yakışıklılığı, karizması ve tarzı ile keşke dünyaya bir kez daha gelse dediğim insan. Daha ölmedi ama gençliğini özlüyoruz işte. Bazı insanlar dünyaya imzalarını o kadar derin atıyorlar ki asırlık rüzgarlar bile onu süpürüp silmeye yetmiyor. 


Filmin efsanevi müziği:

                              



One Flew Over The Cuckoo's Nest... Anlamı Guguk Kuşu'nun yuvasının üstünden biri uçtu. Kastettiği şey ise Deliler Diyarından Biri Geçti. Argoda Guguk Kuşu deli anlamına geldiğinden güzel bir başlık olmuş. Daha derine inersek eğer şöyle bir şey de var. Guguk Kuşları kuşlar familyasının en şefkat duygusundan yoksun kuşlarıdır. Anne guguk kuşu yavrusunu doğurduktan sonra onu diğer kuş türlerinin birine, yumurtaların arasına gizlice koyar. Yavru kuş büyüdüğünde ev sahibi yavruları öldürür ve yuvadan kaçar. Düzen böyle sürüp gider. Bu çok yerinde bir ironidir. Ken Kesey yazarlığını hakkıyla ortaya koymuştur. 


Filme baktığımızda guguk kuşu Mcmurphy ( Jack Nicholson ), kavga ve bir kaç sarkıntılık nedeniyle hapse düşen özgür ruhlu mahkumumuz , daha fazla içeride kalmak istemez. Kendini deli gibi göstererek geri kalan mahkumiyetini daha rahat bir yerde geçirmek ister. Eyalet Akıl Hastanesi bunun için idealdir. Bir kaç ay kalıp çıkacağını düşünürken hastanenin sıkıcı rutinine dayanamaz ve hem biraz eğlenmek hem de bu kaçıkları sevindirmek için Hemşire Ratched'e meydan okur.


Bu arada filmin başından beri sessiz ve hareketsiz bir hasta olarak Mcmurphy'nin dikkatini çeken hastamız Şef vardır. Sadece durarak hayatını sürdüren Şef'i tekrar harekete geçirmek isteyen Mcmurphy onunla konuşur, maç yapar, oynar anlayacağınız onu hayatın içine çeker.  Hemşire ile Mcmurphy arasındaki çekişme gerilimi arttırırken hastalar için Mcmurphy özgürlük anıtı haline gelmiştir. Gelin görün ki ilerleyen dakikalarda aslında hastaların kendi özgür iradeleriyle orada kalmak istedikleri öğrenilir. Yani özgürlüklerini kendi elleriyle feda etmişlerdir. Bu Mcmurphy'i çıldırtır. Onları kaçırır. Balık tutturur. Dünya kupası maçlarını izletir ama bu aptal hastalar hala özgürlük denen şeyi kabul etmemektedir. En sonunda dayanamaz ve bir kaçış planı yapar. İki kız ve bir kaç birayı hastaneye sokarak güvenlik görevlisini oyalar. Hastalar mest olmuş haldedir. Parti sabaha kadar sürer. Bu arada genç ve utangaç bir hastayı da kızlardan biriyle odaya kapatırlar. Bu utangaç hastamız için aslında en uygun tedavidir. 


Bu arada sabah olur. Herkes sızmış haldedir. Jack de kaçmaya fırsat bulamamıştır. Hemşire Ratched gelip onları bu halde gördüğünde işler çığırından çıkar. Utangaç hastamızı annesine şikayet etmekle tehdit edince o da kendini öldürür. Mcmurphy böyle bir zalimliğe dayanamaz ve Hemşire Ratced'in boğazına yapışır. Öldürmeyi başaramadan nöbetçiler onu yakalar. Şef ona yardım etmeye çalışır ama başaramaz. İkisi birlikte hastanenin özel koğuşlarından birine yerleştirilir. O sırada Mcmurphy Şef'in aslında gayet aklı başında biri olduğunu insanlara dayanamadığından deli numarası yaptığını öğrenir. 



Guguk Kuşu'muzun özgürlüğünü çekip almak için onu zorla kapatırlar. Mcmurphy'nin beynine elektrik verilip tüm hayati fonksiyonları öldürülür.


 Şef buna dayanamaz. Mcmurphy'nin böyle bitki gibi yaşamaktansa ölmeyi yeğleyeceğini bildiğinden bir yastıkla onu boğar. Ve hastaneden kaçar.  





 Film aslında normal birinin nasıl delirtileceğine güzel değinmiş. Konu desen o kadar çok yaraya parmak basıyor ki hangi birini seçsen tam olmuyor. Mcmurphy'nin içindeki anarşi duygularıyla, maymunlar toplumunu hayata çekmeye çalışmasıyla film tam bir başyapıt. Düzene karşı çıkıp otoriteyi yıkmak insanlığı şahlandırmak isterken özgürlüğünü kaybeden bir adamın hikayesi. Acıklı bir son. İnsanda isyan etme, çığlık atma hisleri dolup taşıyor. Düzen her zaman iyi bir şey değildir. Bunu da kanıtlıyor. Oyuncuların hepsi mükemmel. Deli rolü yapmak mı sanki hastaneden kopup gelmişler. Ve Hemşire Ratched... O soğuk yüzüyle otoritenin canlı bir timsali. 7 dalda aday 5 dalda Oscar ödüllü harika bir film Guguk Kuşu...



replikler.net'ten alıntılar aşağıda, buyrun:



  • Yolumdan çekil oğlum , benim oksijenimi kullanıyorsun.
  • Doktor: Son kez hapse girdiğinde ;15 yaşındaki bir kıza tecavüz etmekten girdiğin doğru mu?
  • Randle Patrick McMurphy: Kesinlikle doğru ama doktor 15 yaşında olmasına rağmen 35′inde gibi duruyordu ve bana 19′unda olduğunu söyledi ve bu iş için çok istekli olduğunu söyledi aslında bakın kızı görseydiniz kesinlikle 15 yaşında demezdiniz .Bence bakın bunun delilikle bir ilgisi yok, benim yerimde kim olsa bunu yapardı. Hiç bir canlı erkek bunu reddedemezdi. Bu yüzden hapse girdim ve şimdi de bana kahrolası bir sebze gibi davranmadığım için deli olduğumu söylüyorlar, bu benim umrumda bile değil eğer delilik buysa evet ben deliyim ama beni değiştirebileceklerini sanıyorlarsa gerçekten çok aldanıyorlar hepsi bu.
  • But I tried, didn’t I? Goddamnit, at least I did that. “ (McMurphy)
  • ” Denedim, değil mi ?. Goddamnit, en azından denedim. “
  • ” Hepiniz deli misiniz? “
  • Çok iyi sakiz çiğnerim.
Gelin bu harika filmi bir de beraber izleyelim.

9 Haziran 2013 Pazar

Vengo - Sufi Flamenco Scene

      İzlemeden ölürseniz çok üzülürsünüz. Filmin adı Vengo, neyzen Kudsi Ergüner neyini şaha kaldırıyor. İzleyin!!! İzletin!!!

         

7 Haziran 2013 Cuma

Suckseed: Huay Khan Thep ( Muhteşem bir Tayland Gençlik Filmi)



Suckseed muhteşem bir Tayland filmi. İzlerken çok keyif aldım ve bir kez dahi geçiştirmedim ki bu benim için gerçekten büyük başarı. Her anı güzel, aşkı ve dostluğu çok iyi harmanlamış.

Bazen elinizi ekrana uzatıp onlara katılmak istiyorsunuz. Beraber aşık olmak, yaptığınız berbat rock şarkılarıyla çocukları ağlatmak, ailenizden gizli Bangkok'a kaçmak, bir masa dolusu domatesi ezmek, aynı kıza\ erkeğe aşık olmak, beraber sabahlara kadar içmek, dinleyenleri sağır edecek kadar berbat şarkılar söylemek, sevdiğinize ona özel içinde aşk kelimesi geçmeyen parçalar yazmak, en yakın arkadaşınızla bir kız için küsmek ve onlarca kişinin önünde ağlayarak barışmak istiyorsunuz. Tüm bunları ve daha fazlasını aynı filmin içinde bulacağınızı bilmek sizin adınıza beni heyecanlandırıyor. Kulağa harika geliyor değil mi?

 Bu özel yapımın türdeşlerinden ayrılan bir yanı daha var. Şarkıları dinleyen bu gençler söyleyen sanatçıları odalarının içinde tam yanı başlarında buluyorlar. Ve biliyor musunuz şarkılar da gerçek sanatçılar da... Düşünün bir, odada tek başınıza Teoman dinlerken o aniden yanınızda beliriyor. Bu herkesin hayalidir  : )  Ya da erkekseniz, tüm zerafetiyle Shakira'nın odanızda olduğunu ve onu dinlediğinizi düşlesenize, müthiş değil mi?  Birbirinden harika sanatçıyı bünyesinde barındıran 2011 yapımlı film zamanın ötesinden evlerinize konuk oluyor.

Artists:
Jirayu Laongmanee as Ped
Nattasha Nauljam as Ern
Pachara Chirathivat as Koong and Kay
Thawat Pornrattanaprasert as Ex


                    

Konusu şöyle: Bizim bu tatlı arkadaşlarımızın ismi ( Soldan sağa doğru ) EX, Ped ve Khung.
                                Ve altta göreceğiniz esas kızımızın ismi de Ern.

                               

Film arkadaşlarımız 9 - 10 yaşlarındayken Ped'in Ern'e aşık olmasıyla ve ona bir band hazırlamasıyla başlıyor. Ama gecenin bir yarısı evlerini aradığında karşısına Ern'ün babası çıkıyor. Zavallı çocuk korkudan "Ben Khung" diyor. Sınıf bunu öğrenince, Khung Ern'e aşıkmış, dedikodusu çıkmasın mı? Hem esas kızımız da Bangkok'a gitmeye kalkmasın mı? Zavallı Ped ilk aşk sayfasının orada kapandığını düşünürken yıllar sonra lisede tekrar Ern dönüyor. Ama bir sorun var. Khung da Ern'e aşık. Ve Khung Ped'in en yakın arkadaşı... Çocuğumuz yılların sevdasını içine gömüyor tabi.... Herşey bununla kalsa iyi, Khung Ern'e ilanı aşk edip de geri çevrilince dünyaya küsüyor ve bütün kadınların iğrenç olduğu bir şarkı yazıyor. Ped arkadaşını kaybedeceği korkusuyla Ern'e olan aşkını açık etmiyor. Kızımızla oğlumuz gizli gizli aşk yaşarken bir de baştan beri dönen yarışma konusu var. 3 kafadar suckseed adlı bir grup kurup kadınlara olan nefretlerini tüm dünyaya haykırmak ve yarışmayı kazanmak için kolları sıvıyor. Ama Khung'u reddedince gruptan ayrılıp ikiz kardeşi Kae'in grubuna katılan Ern yarışmaya Ped'in ona yızdığı aşk şarkısıyla katılınca ipler kopuyor. Khung Ped'in Ern'e aşık olduğunu öğrenip yarışmayı terk ediyor. Ped de arkadaşını kaybetmenin üzüntüsüyle Ern'ü terk ediyor. Bir süre sonra lisenin son günü dört kişi yıl sonu partisinde yan yana geliyor. Ped sahneye çıkıp Sucseed'in şarkısını ağlayarak söylemeye başlıyor. Khung da X de sahneye geliyor. Ve sarılıp ağlamaya başlıyorlar. Orada ben de hem gülüp hem ağlıyorum tabi : )



Gerçekten keyifli iki saat geçirdim. Siz de aynı zevki tatmak istiyorsanız aşağıya bakmanız yeterli. Ne yazık ki film asya severler tarafından daha keşfedilemediğinden ve ben altyazı hazırlayamayacak kadar tembel olduğumdan ingilizce altyazılı : ) İyi seyirler...

suckseed izle

Lo Chiamavano Trinita ( Bana Trinity Derler )




 italyancası "Lo Chiamavano Trinita" , İngilizcesi "They Call Me Trinity" , Türkçesi ise " Bana Trinity derler" olan bu yapım hem benim kişisel film tarihimde hem de western sinemasında muhteşem bir yere sahip. Terence Hill ve Bud Spencer ismini tüm dünyada kült haline getiren ölümsüz bu filmin yönetmenliğini ve senaristliğini 1970'de Enzo Barboni yapmış. İyi ki de yapmış, ellerine sağlık. :) Ya yapmasaymış?! Biz de böyle harika bir yapımdan mahrum kalacaktık. Sağol varol Enzo'cuğum.

                         

Konuya gelirsek Trinity ( Terence Hill ) yani Şeytan olarak anılan şu yukarıdaki tembel kovboyumuz batının en hızlısı olarak anılmakta, zekasıyla, yakışıklılığıyla, şeytana pabucunu ters giydiren kurnazlığıyla, genç kızların gönlünü çalan maviş gözleriyle tüm film boyunca bizleri ekrana kilitlemekte :) Tabi burada hiç çaktırmıyor değil mi?

                    

Bambino ise onun abisi olma talihsizliğini yaşayan bir diğer hızlı kovboy. Lakin iri gövdesiyle uyumsuz bir şekilde çok azıcık çok çok azıcık saf. öyle ki ailesi onu korumak için Trinity'i onunla gönderirken, kardeşine göz kulak ol Sen onun abisisin, diye kandırıp gönderiyorlar. O da her an öldürmek için yanıp tutuştuğu kardeşini iş sahibi etmek, alnının akıyla bir at hırsızı olmasını sağlamak için kolları sıvıyor. Zor iş tabi. Trinity gibi birini yola getirmek her babayiğidin harcı değil. İş öyle bir yere geliyor ki Bambino, Trinity tarafından soyuluyor. Tek yumruğuyla karşısındakini kuma gömen Bambino, Trinity'nin yanında kuzu gibi kalıyor. Filmin de zevki burada işte :)

Filmin ikincisi de var ve o da müthiş... Birileri yapar bize de yazmak düşer. İZLEYİN!!! İZLETİN!!!

O masmavi gözleri görmek için filmi izlemeye değer değil mi? ; )

                                             


                                         


                                            

Bu da soundtrack, Franco Micalizzi'nin ölümsüz eseri...

               

4 Haziran 2013 Salı

Mohsen Namjoo - Nobahari (Türkçe Altyazılı)



Darbareye Elly (Elly Hakkında) adlı bir filmden sahneler...

Youtube

Boş Ev Film Müziği ( Natacha Atlas - Gafsa -- Kafes-- )


Kim Ki Duk' un efsanevi filmi Boş Ev'de geçen muhteşem Natacha Atlas şarkısı... İçimi titrettiğini hissedebiliyorum. Güneş batarken dinlenirse daha iyi... evin boş olduğu, güneş ışığının girmediği bir odada, yalnızlığın dibine vururken dinlenmeli... Tabi önce film izlenirse etkisi yüzde binbeşyüz artar... Bu öyle bir şarkı ki sadece sana özel... seni anlatan bir film gibi... senden yankalanan bir ses gibi... senden başka kimse dinlemesin. sadece senin için...benim için...

         


Sözleri:

Gafsa (Cage) 
Kafes

(İngilizce Çeviriden Çeviri) 

Habet Riyahel Hobi fi bali
The breeze of romance started blowing in my mind  
Zihnimde aşk rüzgarları esmeye başladı.
Tahdeeni Salam el habib 
Present me with the peace of my sweetheart.
Sevgilimin(canımın) huzurunu/selamını sunup
Tigouli ‘Erja ya Ghali
You will say ‘Return my precious,
Diyecek ki "geri dön kıymetlim,
Talel fourag wal il gharib’ 
Forget the separation and the strangeness.’
Unut ayrılığı ve yabancılaşmayı."

Goulet Hayali “Sharadat Hali,
My imagination will say ‘I wonder aimlessly,
Hayalim diyecek ki "şaşkına döndüm (avare oldum)
Wa gounet manali saeed.”
And my ambition will be happy.”
Ve amacıma ulaşmanın mutluluğuna ereceğim"
Wa ttalet min bourja il ali,
And she appeared from the high towers,
Ve o (kız) yüksek kulelerde belirdi
Wou Galet Kilamah Ghareeb…
And said strange words… 
Ve tuhaf laflar etti...
Erja ya Hobb,
Return my love,
"Geri dön aşkım.
Mali fi dounya naseeb.
I don’t have luck (destiny) in this world.
Bu dünyada nasibim yok.
Inta hobi lakin,
You are my love then,
Sen benim aşkımsın ama,
Mish moumkin tkouni halali.”
But it is impossible that you will be mine.
Ama benim (helalim) olman imkansız."

Ah lel
Oh night
Ah gece...
Ya ayni, ya.
Oh my eye, oh
Ah gözlerim , ah

Khalas
it is Finished
Bitti artık. 



10 Eylül 2012 Pazartesi

Runway Cop ( Podyumdaki Aynasız ) :))

[Resim: photo236502.jpg]

Ben izlerken koptum, siz bayılacaksınız! :)

İzlediğim en komik kore filmi olarak tarihe altın harflerle yazılan Runway Cop huzurlarınızda...

Konu:

Oyuncular
Kang Ji-hwan 강지환
Seong Yoo-ri 성유리
Lee Soo-hyeok 이수혁
Kim Yeong-kwang 김영광
Shin Min-chul 신민철
Sin Jeong-geun 신정근

Dedektif Cha bir polistir. İyi bir polis olmasına rağmen koca göbeği ve daima 5 metre ilerisine kadar yayılan kokusuyla suçluların korkulu rüyasıdır. Bir gün podyum dünyasında uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili bir soruşturma yapılınca polis departmanı çareyi bir polisi manken olarak sokmakta bulur. Ve bu iş için en uygun adam da Dedektif Cha'dır. 
Kang Ji Hwan gibi bir adamı bu halde görmek bile filmi izlemenize yetiyor.

Bilmeyenler için Kang Ji Hwan'ın gerçek hali:


Dedektif Cha hali:


Ve filmin sonundaki muhteşem polis ve manken:


   Runway Cop


1. Part




2. Part



3. Part


6 Eylül 2012 Perşembe

The Experiment ( )

     


Konu:

Alman yapımı aynı adlı filmden uyarlanan bu filmde 26 kişi, psikolojik bir deney için gardiyan ve mahkum rolünü oynamaya başlarlar... Deneyin devamında olaylar karmaşık bir boyuta ulaşacak ve kontrolden çıkacaktır.

              

Her zamanki gibi olayın özetinin özetinin özetini almış şu kısacık konu filmin değerini düşürmekten başka bir şey yapmıyor. Böylesine derin, böylesine insan analizinin dibini vuran bu filmi iki cümle ile anlatmak olmaz. 

Dikkat filmin tümünü anlatan bir özettir:

Travis dünyayı dolaşmak isteyen, insani değerleri yüksek, yardımsever, paraya ihtiyacı olan bir abimiz. Bir gün gazetede bir ilan görür.


 İlanda 11.000 dolar karşılığında size küçücük bir deney yapılacak deniyor. Hayatın bir karşılaştırılması yapılacağı ve asla kimseye zarar gelmeyeceği üst üste bildiriliyor. Ama deneyin nasıl yapılacağını anlatan doktor amcamız da laf arasında şu cümleyi sıkıştırıyor. 
"Her hangi bir vahşet durumunda deney iptal edilecektir." Tabi kimse bu cümleye dikkat etmiyor. Herkes para derdinde o an. 
Şans bu ya Travis'in yanına Barris adlı süt kuzusu, annesiyle birlikte yaşayan ezik bir tip oturuyor. Bayağı naif olan bu amcamız başlarda çok kibar ve narin gözüküyor. Hatta Travis'e "Bu bizim kaderimiz bence." gibi saçma saçma laflar ediyor. Sonuçta sen oraya para için geldin kaderden bahsetmek saçmalık! Her neyse...

Deneye 26 kişi katılıyor. Ve bu denekleri birer kabine koyuyorlar. Onlara ölüm, savaş, cinayet gibi vahşet videoları izletiyorlar. Sonrasında bu 26 kişiyi şehrin dışında bir binaya getiriyorlar. Bina küçük bir hapishane modelinde yapılmış ve 3 kişilik hücreler var. 6 kişiye hapishanenin gardiyanı, geri kalan 20 kişiye ise mahkum rolünü veriyorlar. Gardiyanların sadece 5 kuralı var. 
Kurallar şunlar:
Kural 1: Mahkumlar günde bir defa yemek yer, yemekler özel imalattır.
Kural 2: Günde 30 dakika izin var.
Kural 3: Mahkumlar bölgelerinden çıkamaz.
Kural 4: Mahkumlar sadece konuşmaları gerektiğinde konuşabilirler.
Kural 5: Mahkumlar hiç bir şekilde gardiyanlara dokunamaz.
Kurallara uymayanlar cezalandırılır. 


Başlarda herşey güllük gülistanlık. Herkes tüm bunların bir kurgu, bir deneyden ibaret olduğunun farkında. Ancak olaylar kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor. İlk gün mahkumlardan biri basketbol oynarken yanlışlıkla bir gardiyanın kafasına atıyor topu. Bunun üzerine gardiyanlar toplanıyor. Barris de gardiyan.  Aralarında da uyuşturucu bağımlısı Chase adında sarışın, yakışıklı ancak kişiliksiz biri liderliğe soyunuyor. 


Diyor ki: "Bunu onların yanına mı bırakacağız? Bir şeyler yapmalıyız. 5. kuralı uygulamalıyız." Kafasına topu yiyen abimiz: "boş verin arkadaşlar, teknik olarak mahkum değil top değdi." dese de maksat ibnelik olsun diye sarışın piç mahkumun karşısına geçip 10 şınav çekmesini söylüyor. Bunu hak etmediğini düşünen mahkum itiraz edince tüm mahkumlara aynı cezayı uyguluyor. 


Sonrasında ise kendi otoritelerini sağlamlaştırdıklarını düşünerek sırıtıyorlar. Ancak mahkumlar bunu hak etmediklerini, bu rollerin abartıldığını düşünmeye başlıyor. Travis başlarda Ya Sabır çekip uysalca deneyin bitmesini beklerken gün geçtikçe gardiyanların haksızlıklarına karşı geri planda kalamıyor. Ve inanmayacaksınız ama bu haksızlıkların başını Barris çekiyor. 


Bizim oralarda bir laf vardır. "Ölünün keyfine koysan, tabuta s.çar." Aynen bizim Barris de eline fırsat geçince kurallar, otorite her şeyin üzerindedir diyerek mahkumlara ve onları savunan Travis'e zulüm uyguluyor. Travis'in kafasını kazıyıp, tamamen çıplak bırakıp, soğuk tazyikli su ile işkence ediyorlar. Zavallı Travis gördüğü zulmün üzerine ağlamaktan başka bir şey yapamıyor. Barris'e ruh hastası olduğunu, deney bitince hastaneye görünmesi gerektiğini söylüyor. Barris ise tamamen azıtmış durumda. 


Yoklamalar alınırken Travis'in oda arkadaşı şekeri düştüğünden yoklamaya katılamıyor. Lanet gardiyanlardan biri annesinin de diyabetinin olduğunu, basit bir baş ağrısından başka bir şey olmadığını söyleyince zorla kaldırıp götürüyorlar. Travis ise buna karşı çıkarak oda arkadaşının diyabetinin olduğunu, ölmek üzere olduğunu söylüyor. Ancak Barris Tanrı rolüne soyunmuş, kuralların asla çiğnenmeyeceğini söyleyince zavallı hasta orada ölüp gidiyor. Travis'in isyanı üzerine onu paslı demir bir varilin içine tıkıyorlar. 


Tabi tüm bunlar olurken 24 saat açık olan kameralar her şeyi kayıt altına almaktan başka bir şey yapmıyor. Travis sabrının sınırlarına ulaşıp büyük bir çabayla varilden çıkıyor ve isyan patlak veriyor. Çıktığında Chase'i birine tecavüz edecekken yakalayınca mağdur ile birlikte onu öldürüyorlar. Başta ahkam kesen gardiyanlar 20 tane mahkumun üzerilerine geldiğini görünce hemencecik kaçıyorlar. Barris ise hala bağırıp kuralları korumalarını söyleyince, Barris'i 'Fuck You and your rules!' diyerekten bırakıp gidiyorlar. 



Tam o sırada mahkumlar gardiyanları, Travis, Barris'i yakalıyor. Barris ibneliğe devam edip bıçak sallayınca Travis eliyle bıçağı yakalayıp tam Barris'e saplayacakken her yerde alarm çalmaya ve kapılar açılmaya başlıyor. O an zaman durmuş gibi oluyor. Denekler yavaş yavaş olayın farkına varıyorlar. Herkes elindekini bırakıp gün ışığına çıkıyor. Travis öyle bir halet-i ruhiye içinde ki kimsenin yüzüne bakamıyor. Ve onları almaya gelen otobüse binip hiçbir şey olmamış gibi oradan uzaklaşıyorlar. 



Otobüsteyken oda arkadaşı olan mahkum ona arkadan şu kelimeleri söylüyor.
" Hala Ohio'da maymunların yaşadığını düşünüyorum."

Filmin etkisini üzerimden hala atmış değilim, içerikte geçen küfürlü sözleri şu anki psikolojime verin. :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...